Canlılardaki Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar
CANLILARDAKİ
FEDAKARLIK
VE
AKILCI DAVRANIŞLAR
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
ISBN 975-7986-86-0
1.
Baskı: İstanbul,
Ağustos 1999
2. Baskı: İstanbul, Nisan 2006
3. Baskı: İstanbul, Şubat 2009
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Talatpaşa Mah. Emirgazi Caddesi
İbrahim Elmas İşmerkezi
A. Blok
Kat 4 Okmeydanı – İstanbul
Tel: (0 212) 222 00 88
Baskı:
Entegre Matbaacılık Sanayi Cad.
No: 17 Yenibosna-İstanbul
Tel: (0 212) 451 70 70
No: 17 Yenibosna-İstanbul
Tel: (0 212) 451 70 70
İÇİNDEKİLER
Giriş
Evrim Teorisi'nin Önemli
Açmazlarından Biri:
Hayvan Davranışlarındaki Bilinç
Canlıların "Aile" İçindeki Fedakarlıkları
Canlılar Arasındaki Dayanışma ve İşbirliği
Sonuç
Evrim Yanılgısı
OKUYUCUYA
Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda
evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her
türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve
dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın
imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu
teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani
görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
Belirtilmesi gereken bir diğer
husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani
konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın
ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın ayetleri ile
ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti
bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
Bu anlatım sırasında kullanılan
samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından
rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde,
kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak
uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi,
bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu
inkar edememektedirler.
Bu kitap ve yazarın diğer eserleri,
okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı
şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup
okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
Bunun yanında, sadece Allah rızası
için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da
büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici
yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili
yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik
edilmesidir.
Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu
görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak
birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara,
mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen üsluplara, burkuntu
veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya
müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk,
orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe
Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi
konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun
Yahya'nın eserleri yaklaşık 30.000 resmin yer aldığı toplam 45.000 sayfalık bir
külliyattır ve bu külliyat 60 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın
müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin
hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün
kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu
mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in
de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir.
Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek
çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü
söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan
Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak
kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun
Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya,
Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya,
Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde
beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca,
Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca,
Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivelhi
(Mauritus'ta kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört
bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman
etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları
okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve
samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler
süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik
özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen
insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve
felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan
sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu
özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır.
Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca
Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında
ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler
göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli
eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa
meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve
keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise,
emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade,
yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde
edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın
eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu,
bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel
kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir
ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri
eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın
yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya
konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde
anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm,
fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı
ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç
kalınabilir.
Bu önemli
hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya külliyatı, Allah'ın izniyle, 21.
yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve
adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
Bu kitapta kullanılan ayetler,
Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı"
isimli mealden alınmıştır.
GİRİŞ
Charles Darwin'in ortaya attığı
evrim teorisi, 21. yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde bilim dünyasındaki
itibarını büyük bir hızla kaybetmiştir. 20. yüzyılın başlarında materyalist
çevreler tarafından desteklenen ve kitlelere bilimsel bir gerçekmiş gibi telkin
edilen bu teorinin geçersizliği artık kesin olarak anlaşıldı. Bunda en büyük etken,
yüzyılımızda evrim teorisini yakından ilgilendiren mikrobiyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi bilim dallarında görülen gelişmeler oldu. Bu bilim
dallarındaki ilerlemeler sonucunda canlılığın, evrim teorisinin iddia ettiği
gibi tesadüflerle, birbirlerinden evrimleşerek meydana gelmesinin imkansız
olduğu ortaya çıktı. (Detaylı bilgi için bkz. "Evrim Yanılgısı"
bölümü)
Çöküntüye uğramış bu teori,
canlılığın kökeni ile ilgili iddialarına hiçbir bilimsel kanıt getiremediği
gibi, canlıların sahip oldukları sayısız olağanüstü özelliğin kökeni hakkındaki
soruları da yanıtsız bırakır. İşte evrimcileri çıkmaza sokan bu konulardan biri
de kitabın konusu olan "canlılarda görülen fedakarlıklar"dır.
Doğada sıkça karşımıza çıkan
fedakarlıklar, canlılar arasındaki dayanışma ve işbirliğine dayalı ilişkiler,
şefkat dolu davranışlar… Tüm bunların, evrim teorisi için önemli ve çözülemeyen
birer sorun olmalarının nedeni nedir?
Darwin, evrim teorisini ortaya
attığında, iddialarını aslında hiçbir evrimleştirici gücü bulunmayan bir
mekanizmaya dayandırmıştı: doğal seleksiyon. Darwin'in tezine göre tüm
canlılar ortak bir atadan geliyorlardı ve içinde bulundukları doğa şartlarına
uyum sağlamaları sonucunda birbirlerinden farklılaşmışlardı. Bulundukları
ortama en iyi uyum sağlayanlar, edindikleri özellikleri sonraki nesillere
aktarabiliyordu. Dolayısıyla daha güçlü ve çevre koşullarına daha uyumlu olan
bireyler ayıklanmaktan kurtuluyorlardı. Darwin'in bu varsayımları doğada bir
"yaşam savaşı" olduğunu, bu savaşta güçlülerin kazanarak, güçsüzlerin
ezilip yok olduklarını öne sürüyordu. Darwin'in yakın bir dostu ve evrim
teorisinin en ateşli savunucularından biri olan Julian Huxley doğayı şöyle
nitelendirmişti:
Bu arenada
zayıflarla beceriksizlerin elenmesi, güçlülerle beceriklilerin egemenliği kaçınılmazdır.1
Peki doğa gerçekten de evrimcilerin
iddia ettikleri gibi sadece güçlülerin üstün geldiği, zayıfların ezilerek yok
olduğu, bencilliğin ve kıyasıya yaşam mücadelesinin hakim olduğu bir yer midir?
Bu sorunun cevabını doğadaki yaşamı
inceleyerek verebiliriz. Doğada elbetteki canlılar beslenebilmek veya
güvenliklerini sağlamak için bir çaba içerisindedirler. Her hayvan yaşamını
sürdürmek için avlanmak zorundadır veya kendisini korumak için
saldırganlaşabilir. Ancak doğa sadece bu görüntülerden ibaret değildir. Doğada
canlıların büyük bir çoğunluğu yavruları veya aileleri için, kimi zaman
sürülerindeki diğer canlılar hatta diğer türler için benzeri görülmemiş
fedakarlıklarda bulunurlar. Fedakarlığın yanı sıra işbirliği, dayanışma, birbirinin
çıkarını kollama gibi özellikler canlılar aleminde sıkça karşılaşılan
tavırlardır.
İşte doğanın yalnızca bir savaş
yeri olduğunu iddia eden evrim teorisi canlılar aleminde görülen bu fedakarlık
örneklerine hiçbir açıklama getiremez. Doğadaki yaşam evrim teorisinin temel
iddiasını açıkça ve kesinlikle geçersiz kılmaktadır. Evrim teorisi,
düşmanlarından kaçıp kurtulan bir zebranın, neden geri dönüp düşmanları
tarafından kuşatılmış olan diğer zebraları, üstelik de hayatını tehlikeye
atarak, kurtardığını kesinlikle açıklayamaz. Veya ilerleyen sayfalarda
detaylarını göreceğimiz gibi, yumurtalarını yaşatabilmek için ölümü göze alarak
kumsala çıkan aterina balıklarının bu davranışlarının neden doğal seleksiyonla
elenmediği sorusunu cevaplayamaz.
Canlılardaki fedakar ve işbirlikçi
davranışlar evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha ve tüm açıklığıyla
ortaya koyarken, önemli bir gerçeğin de delillerini oluşturmaktadır: Tüm
evrenin üstün bir Yaratıcı tarafından yaratıldığı ve her bir canlının,
Yaratıcısı olan Allah'ın ilhamı ile davrandığı gerçeğinin.
İlerleyen
sayfalarda, aklı ve bilinci olmayan canlıların hayret ve hayranlık uyandıran
davranışlarının bir kısmını okuyacaksınız. Akıl ve vicdan sahibi her insan bu
davranışların ancak tüm canlıların hakimi olan Allah'ın gücü ve denetimi
altında oluşabileceğini kolaylıkla kavrayacaktır. Çünkü Allah'ın Kuran'da da
bildirdiği gibi:
Sizin
yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim
için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 4)
EVRİM TEORİSİNİN ÖNEMLİ AÇMAZLARINDAN BİRİ:
HAYVAN DAVRANIŞLARINDAKİ BİLİNÇ
Yeryüzünde bilinç ve akıl sahibi
tek varlık insandır. Fiziksel özelliklerinin yanı sıra, insanı diğer
canlılardan ayıran en önemli özelliği, bilincinin ve aklının ona kazandırdığı
yeteneklerdir. Bunlar, muhakeme ve yargı yeteneği, düşünme, plan yapabilme,
birkaç aşama sonrasını tahmin edebilme, olaylar karşısında tedbir alabilme,
kavrama, bir amaç için hareket etme gibi tamamen insana has özelliklerdir.
Doğadaki diğer canlılar ise böyle bir
bilince ve akla sahip değildirler. Dolayısıyla onların plan yapmaları,
ileriyi görmeleri, hatta ancak mühendislerin yapabilecekleri hesapları yapıp
uygulamaları, herhangi bir konuda karar vermeleri beklenemez.
O halde, doğada oldukça sık olarak
karşımıza çıkan akıl ve bilinç ürünü davranışları nasıl açıklayabiliriz? Ki bu
aklı ve bilinci sergileyen canlıların bazıları bir beyine bile sahip
değilken... Bu sorunun cevabını vermeden önce, hayvanlarda görülen bilinç ve
akıl ürünü davranışlardan birkaç örnek vermek sorunun öneminin daha iyi
anlaşılması açısından faydalı olacaktır.
Baraj Mühendisleri
Kunduzlar
Kunduzlar, gerçek bir mühendis gibi
hesaplar yapar ve tıpkı usta bir inşaat işçisi gibi çalışarak, olağanüstü bir
tasarıma sahip yuvalar inşa ederler. Ayrıca, aynı akıl almaz ustalıkla,
yuvalarını inşa edecekleri akarsuyun hızını kesecek barajlar kurarlar. Bunun
için ise oldukça yorucu ve birkaç aşamalı işler yaparlar. Öncelikle, hem
beslenebilmek hem de barajın ve yuvanın inşasında kullanabilmek için bol
miktarda ağaç kütüğü ve dal elde etmeleri gerekir. Bunun için ağaçları dişleri
ile kemirerek yere devirirler. Ancak bu kesme işlemi sırasında önemli bir
hesaplama yaptıkları gözlemlenmiştir: Kunduzlar genellikle rüzgarın su kenarına
doğru estiği yerlerde çalışmayı tercih ederler. Böylece kunduzların
kemirdikleri ağaçlar suyun bulunduğu yöne devrilirler ve bu, kunduzların
kütükleri taşımalarında büyük kolaylık sağlar.
Kunduz
yuvaları oldukça detaylı bir tasarıma sahiptir. Her kunduz yuvasının iki sualtı
girişi, su düzeyinin hemen üstünde bir beslenme odası, daha yukarı bir düzeyde
kuru bir uyuma odası ve bir havalandırma kanalı bulunur.
Kunduzlar,
topladıkları malzemeleri üst üste yığarak yuvalarının dış cephesini
oluştururlar. Ancak, bu malzeme yığınında hiçbir delik veya yarık kalmamasına
büyük özen gösterir, dallarla veya çamurla bunları kapatırlar.
Bu
yuvayı oluşturan malzeme, yuvayı erozyondan korur ve soğuğu dışarıda tutar. Kış
iyi bir kar örtüsü sağladığından, dışarıdaki sıcaklık –35°C'ye bile düşse
yuvanın içindeki sıcaklık donma noktasının üstünde kalır. Kunduzlar ayrıca
kışın besinsiz kalmamak için yuvalarının yanında gizli bir sualtı yiyecek
deposu bulundururlar.
Bu
arada kunduzlar, birbirlerine ağlarla bağlanmış, genişliği 1 metre kadar olan
kanallar açar ve bu kanallar aracılığı ile yüzlerce metre ilerideki kuru ve
daha yüksek alanlara çıkabilirler. Bu su kanallarının asıl amacı kunduzların
besinlerini sağladıkları ağaçlara ulaşabilmeleridir.
Kunduzların
inşa ettikleri barajlar da, bitkiler ve taşların yığılmasıyla yuvanın
yapılışına benzer bir yöntemle yapılır. Kunduzlar iki kıyı arasında uzun üçgen
bir dal yığını oluşturana kadar dalları birbirine bağlarlar. Malzeme
yığmak ve yarıkları doldurmak için
kümeyi tırmanıp aşarak, akıntıya karşı yönde çalışırlar. Suyun barajı
aştığı ya da aralarda boşaldığı yerlere çamur veya dal eklerler. Böylelikle
baraj, sığ bir akarsuyu derin bir havuza dönüştürür. Bu da kunduzlara kış için
yiyeceklerini depolayabilecekleri bir yer sağlar, yüzebilecekleri suyun alanını
genişletip, yiyecek ve inşaat malzemesi taşımayı kolaylaştırır. Ayrıca
yuvalarının da güvenli birer sığınak olmasını sağlar. Aynı, hendekle çevrili
kaleler gibi kunduzların evlerinin de saldırıya uğraması neredeyse imkansızdır.2
Burada
kısaca özetlediğimiz kunduzların bu davranışlarının her aşaması akıl, plan,
hesap ve bilgi içermektedir. Ancak tüm bu özellikleri kunduzlara ait olarak
değerlendirmek elbetteki mantıklı bir çıkarım olmayacaktır. Çünkü kunduz
bilinci olmayan, dolayısıyla hiçbir akıl gösterisinde bulunamayacak bir
hayvandır. Öyle ise kunduzun bu davranışlarının nereden kaynaklandığı sorusunun
bir açıklaması bulunmalıdır. Bu akıl ve plan kunduzun kendisine ait değilse
kime aittir? Elbette kunduzların ve ileride sayısız örneğini göreceğimiz tüm
canlıların üstün özelliklerini ortaya çıkaran, onlara akılcı planlar yaptıran,
onları yaratan ve tüm bunları ilham ile emreden, sonsuz akıl ve kudret sahibi
olan Allah'tır.
Birkaç Aşamalı
Plan Yapabilen İmparator Tırtılı
Elbette ki doğada akılcı
davranışlar gösteren, plan ve hesap yapan tek canlı kunduzlar değildir. Bu
konuda başarı sağlayan sayısız canlıdan bir diğeri de –kunduzdan çok daha küçük
ve kendisinden en küçük bir bilinç ve zeka belirtisi dahi beklenemeyecek olan-
bir tırtıl türüdür. Bu, imparator ipeğini üreten tırtıldır.
Larva dönemini diğer tırtıllar gibi
koza içinde geçiren bu tırtıl, larvadan çıktıktan sonra üzerini bir yaprakla
örterek kendini gizler. Tırtılın bu örtünme işini gerçekleştirme tarzı, önceden
belirlenmiş son derece akılcı bir plan üzerinedir ve her aşaması beceri
gerektirir. Çünkü yeşil, yaş bir yaprak bükülemeyeceği için tırtılın üzerini
koruyucu bir kabuk gibi örtemez ve tırtılın bu sorunu bir şekilde çözmesi
gerekir. Tırtıl, bu ilk sorunu akla gelebilecek en basit, ama amacına en uygun
biçimde çözer. Önce yaprağın sapını ısırarak koparır. (Ancak daha önce yaprak
düşmesin diye onu ipeği ile dala sıkıca bağlar.) Bu girişimin kaçınılmaz bir
sonucu olarak yaprak kurumaya başlar ve bir süre sonra büzülür. Kuruyan bir
yaprak aynı zamanda yuvarlaklaşır da. Bu sayede birkaç saat sonra tırtıl, içine
girebileceği ideal bir yaprak boru elde etmiştir bile.
İlk bakışta bu tırtılın bir seri
akıl gösterisinde bulunarak kendisine güvenli bir korunak hazırladığını
düşünebilirsiniz. Bu doğrudur, ancak tırtıl kuru bir yaprağın içine saklanarak
aynı zamanda kendini kolay bir yem haline de getirmiştir. Çünkü kuru bir yaprak
her zaman için farklı renginden dolayı kuşların dikkatini daha çok üzerine
çekecektir ve bu da tırtılın sonu demektir.
İşte bu noktada tırtıl bir buluş
daha yapar ve kendini kuşların dikkatini çekecek bir yem olmaktan kurtarır.
Tırtıl bu sorunu bir matematikçi gibi olasılık hesabı yaparak çözer; içine
gireceği yaprak dışında beş-altı yaprağa daha aynı işlemleri uygular ve
bunları, içine yatacağı yaprağın çevresine yine kendi ipeği ile bağlar. Böylece
dalda bir tane değil, altı yedi tane kuru yaprak bulunur ve bunlardan yalnızca
bir tanesinin içinde tırtıl saklıdır. Diğerleri boş birer tuzaktırlar. Bir kuş
gelip de kuru yapraklara yönelirse, tırtılı avlama olasılığı 1/6 olacaktır.3
Bütün bunların bilinçli davranışlar
olduğu açıkça ortadadır. Ancak, mikroskopik bir beyne ve son derece basit bir
sinir sistemine sahip bir tırtılın bu kadar bilinçli, planlı ve akılcı
davranışlar sergilemesi mümkün müdür? Bu tırtılın düşünme gibi bir yeteneği
yoktur ki, birkaç aşama sonrasını düşünebilsin. Tırtılın bunu bir başka
tırtıldan öğrenmiş olmasının da imkanı yoktur. Aslında kendisini bekleyen
tehlikeler olduğunun bile farkında değildir. Öyle ise düşmanları yanıltma
fikrinin sahibi kimdir?
Bu soruları bir evrimci bilim
adamına sorarsanız size açık ve kesin bir cevap asla veremeyecektir. Ancak
evrimcilerin çok çaresiz kaldıklarında sığındıkları bir kavram vardır: içgüdü.
Evrimciler, hayvanların bu davranışları içgüdüleri ile sergilediklerini
söylerler. Böyle bir durumda sorulması gereken ilk şey içgüdünün tanımı
olmalıdır. Hayvanların bu davranışları içgüdüsel olduğuna göre, örneğin bir
tırtılın yaprağı keserek üzerine örtmesi için onu güden bir mekanizma veya bir
güç olmalıdır. Veya yine aynı güç kunduzları
barajlar ve yuvalar inşa etmesi için "gütmelidir". Ve bu
mekanizmanın veya gücün, isminden de anlaşılacağı gibi canlının içinde bir
yerlerde bulunması gereklidir.
İçgüdünün Kökeni
Nedir?
"İçgüdü" kelimesi,
evrimci bilim adamları tarafından, hayvanların doğuştan sahip oldukları bazı
davranışları tanımlamak için kullanılır. Ancak hayvanların bu içgüdüleri nasıl
edindikleri, içgüdü ile yapılan bir davranışın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı
ve bu davranışların nesilden nesile nasıl aktarıldığı sorusu her zaman
cevapsızdır.
Evrimci genetikçi Gordon Rattray
Taylor, The Great Evolution Mystery isimli kitabında içgüdülerle ilgili
bu çıkmazı şöyle itiraf etmektedir:
İçgüdüsel bir davranış ilk olarak nasıl
ortaya çıkıyor ve bir türde kalıtımsal olarak nasıl yerleşiyor diye sorsak, bu
soruya hiçbir cevap alamayız.4
Gordon Taylor gibi itirafta
bulunamayan bazı evrimciler ise bu soruları üstü kapalı, gerçekte bir anlam
ifade etmeyen cevaplarla geçiştirmeye çalışırlar. Evrimcilere göre, içgüdüler
canlıların genlerine programlanmış olan davranışlardır. Bu açıklamaya göre
örneğin bir balarısı son derece muntazam ve bir matematik harikası olan altıgen
petekleri içgüdüleri ile yapar. Diğer bir deyişle yeryüzündeki tüm
balarılarının genlerinde kusursuz şekilde altıgen petek inşa etme içgüdüsü
programlanmıştır.
Bu durumda akıl ve mantık sahibi
her insan şöyle bir soru soracaktır: Eğer canlılar, davranışlarının büyük
çoğunluğunu, böyle davranmaya programlandıkları için yapıyorlarsa, onları kim
programlamıştır? Hiçbir program kendi kendine oluşamaz. Her programın mutlaka
bir programcısı olmalıdır.
Evrimciler, bu soruya verebilecek
bir yanıt bulamadıkları gibi, konuyla ilgili yayınlarda şöyle bir göz boyama
kullanırlar: Tüm canlılara sahip oldukları özellikleri verenin "tabiat
ana" olduğunu söylerler. "Tabiat ana" ise bildiğimiz taş,
toprak, su, ağaç, bitki, vs. den oluşur. Acaba bunlardan hangisinin, canlılara
bilinçli ve akıl yüklü eylemler yaptırması mümkün olabilir? Tabiatın hangi
parçası canlıları programlamak için gerekli akla ve yeteneğe sahiptir? Doğada
gördüğümüz her şey yaratılmıştır ve dolayısıyla yaratıcı olamaz. Hangi akıl
sahibi insan bir yağlı boya tablo gördüğünde "boyalar ne kadar güzel bir
tablo yapmışlar" diyebilir? Kuşkusuz bu, son derece akıl dışı bir düşünce
olur. Öyle ise kendileri de yaratılmış olan, hiçbir akla ve bilince sahip
olmayan varlıkların yaratıcı olduklarını iddia etmek, diğer varlıkların akılla
ve bilinçle davranmak üzere programladıklarını söylemek de aynı şekilde akıl
dışıdır.
Bu noktada karşımıza çok açık bir
gerçek çıkmaktadır: Bu canlılar sahip oldukları üstün özellikleri kendi
akılları ile bulup yapamadıklarına göre ve bu canlılar bu özellikleri ile
doğduklarına göre, öyle ise bu özellikleri onlara veren, onları bu tavırları
gösterecek şekilde yaratan üstün bir Akıl ve İlim Sahibi vardır. Tüm
doğada gördüğümüz bu aklın ve ilmin
sahibi de hiç şüphesiz Allah'tır.
Allah, Kuran'da balarısını örnek
vererek, gösterdiği akılcı davranışları ona Kendisi'nin ilham ettiğini
bildirmektedir. Yani evrimcilerin "içgüdü" dedikleri veya
"hayvanlar bunu yapmak için programlanmışlardır" diyerek açıklamaya
çalıştıkları şey aslında Allah'ın ilhamıdır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
Rabbin
bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda
kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana
kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde
şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir
topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69)
Evrimci bilim adamları Allah'ın
varlığını inkar etmek amacıyla bu açık gerçeği görmezlikten gelirler. Aslında
bu hayvanların davranışlarını bizzat kendileri gözlemlemekte ve bu
davranışların açıklamasını aramaktadırlar. Ve hepsi bu davranışların evrim
teorisi ile açıklanamayacağının farkındadırlar. Bugün evrimci bilim adamları
tarafından hayvan davranışları ile ilgili olarak hazırlanmış hangi kitabı veya
yayını okusanız hep benzer cümlelerle karşılaşırsınız: "… Bunu yapmak
yüksek seviyeli bir akıl gerektirir. Ancak hayvanlar bu akıldan yoksun
olmalarına rağmen bunu nasıl başarmaktadırlar? Bu, bilimin cevaplayamadığı bir
sorudur."
Yukarıda örneğini verdiğimiz
imparator tırtılının davranışları hakkında ünlü evrimcilerden Hoïmar Von
Dithfurth'un yaptığı yorumlar, evrimcilerin hayvan davranışlarındaki bilince
getirdikleri yorumların klasik bir örneğidir:
Yanıltıcı
benzerleri (başka kuru yaprakları) takipçinin önüne koyarak gizlenmenin mümkün
olabileceği fikrinin, insanı şaşkınlığa düşüren bu zekice buluşun asıl
sahibi kimdir? Kuşların tırtıl arama heveslerini böylelikle kursaklarında
bırakabileceği, kuru yapraklar arasında bir şeyler bulabilme şanslarının belli
bir oranda azaltılabileceği biçimindeki bu son derece özgün buluş kimin
eseridir de, tırtıl bunu doğumuyla birlikte ondan devralmıştır? … Bütün
bunların ancak oldukça akıllı bir insanın hayatta kalabilmek için
başvurabileceği yollar olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Oysa gerek merkezi
sinir sisteminin ilkelliğini gerekse öteki davranışlarını göz önünde
bulundurduğumuzda Attacus tırtılının (imparator tırtılı) ne belli bir amacı
tasarlayabilmesi ne de bu doğrultuda
akıl yürütebilmesi söz konusu olabilir. İyi de, tırtıl bütün bu özelliklere
karşın nasıl olup da kendini bu yoldan koruyabilmektedir?… Geçmişin doğa
bilimcileri bu tür olaylarla karşılaştıkça bir mucizenin varlığına inanmakla
kalmamışlar, doğaüstü bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın, kendi yarattıklarını
korumak için böyle bir korunmanın gerekli bilgileriyle onu dağıttığını
düşünmekten kendilerini alamamışlardı. Oysa bu tarz bir açıklama, doğa bilimci
için bir intihardır… Öte yandan modern bilimin bu türden olayları
"içgüdü" gerçeğiyle açıklamaya çalışması da pek bir anlam ifade
etmemektedir. Çünkü çoğumuzun sandığının tersine, olup biteni içgüdünün
marifeti saymak, örneğimizde, tırtılın davranışlarını doğuştan davranış
biçimlerinden biri olarak yorumlamak demektir; bu da bizi bulunduğumuz yerden
pek öteye götürmez ve sorunun asıl yanıtını bulmamızı engeller… Ne var ki
pratikte organik bir beyinden yoksun olan tırtılın akıllılığından söz etmek
anlamsızdır. Gene de baştan beri anlatageldiğimiz davranışlarına bakınca,
bunların çok özel bir anlamda "akılla düzenlenmiş" olduklarına
ilişkin belirli kıstaslar da göze batmaktadır. Belli bir amaca ve hedefe
yöneliklik, gelecekteki olayları tahmin etme, kendi dışındaki canlı türlerinin
olas (muhtemel) davranışlarını ve tepkilerini hesaba katma, akıllılığın
belirtileri değilse nedirler?5
Yukarıdaki sözler ünlü bir
evrimcinin küçük bir tırtılın gösterdiği akılcı, planlı ve bir amaca yönelik
davranışlarını açıklama gayretleridir. Bu tür yayın ve kitaplarda bu tarz
demagojik cümleler veya cevapsız sorular dışında bir yorum veya açıklama ile
karşılaşılması mümkün değildir.
Aslında evrim teorisinin sahibi
Charles Darwin de hayvanların davranışlarının ve içgüdülerinin, teorisi için
büyük bir tehlike oluşturduğunu fark etmiş ve bunu "Türlerin Kökeni"
isimli kitabında açıkça, hatta birkaç kez itiraf etmişti:
İçgüdülerin birçoğu öylesine şaşırtıcıdır
ki, onların gelişimi okura belki teorimi tümüyle yıkmaya yeter güçte
görünecektir.6
Darwin'in oğlu Francis Darwin ise
babasının mektuplarını derlediği "The Life and Letters of Charles
Darwin" isimli kitapta Charles Darwin'in içgüdülerle ilgili yaşadığı
zorluğu şöyle aktarmıştı:
Çalışmanın (Türlerin Kökeni'nin) 3.
Bölümü'nde birinci kısım tamamlanıyor ve hayvanların alışkanlıkları ile
içgüdülerindeki varyasyonlardan söz ediyor… Bu konunun yazının başlangıç
kısmına dahil edilmesinin sebebi, içgüdülerin doğal seleksiyonla gerçekleştiği
fikrini imkansız olarak değerlendiren okuyucuların aceleyle teoriyi
reddetmemesini sağlamak. Türlerin Kökeni'nde yer alan İçgüdüler Bölümü
özellikle "teorinin en ciddi ve en açık zorluklarını içeren" konu.7
İçgüdüler Evrimle
Gelişemez
Evrimciler, hayvanların
davranışlarının birçoğunun içgüdüsel olduğunu söylerler, ancak önceki
sayfalarda da belirtildiği gibi içgüdülerin kaynağını, içgüdüsel davranışların
ilk olarak nasıl oluştuklarını, hayvanların sahip oldukları bilgileri ve
davranışları nasıl edindiklerini açıklayamazlar. Ancak çok cevapsız
kaldıklarında bazıları ortaya şöyle bir iddia atar: "Hayvanlar tecrübe yoluyla
bazı davranışları öğrenirler ve bu davranışların iyi olanları doğal seleksiyon
tarafından seçilir. Daha sonra bu iyi olan davranışlar kalıtım yoluyla bir
sonraki nesle aktarılır."
Bu iddiadaki mantık hatalarını ve
bilim dışılığı görebilmek için çok fazla düşünmeye gerek yoktur. Şimdi,
evrimcilerin bu iddialarındaki yanılgıları sırasıyla inceleyelim.
1. "Faydalı
davranışların doğal seleksiyon ile seçildiği"
iddiasındaki
yanılgılar:
Darwin'in ortaya attığı evrim
teorisinin temel mekanizmalarından biri doğal seleksiyondur. Doğal seleksiyon,
"bir canlı için faydalı olan bir değişimin (bu değişim yapısal olabilir
veya hayvanın davranışları ile ilgili olabilir) diğerlerinin arasından
seçilerek o canlıda kalıcı hale gelmesi ve bu şekilde bir sonraki nesle aktarılması"
anlamına gelmektedir.
Ancak bu iddiada gözden kaçmaması
gereken son derece önemli bir nokta bulunmaktadır: Darwin'in bu tezi doğayı,
faydalı ve zararlı davranışları ayırt edebilen, bilinçli ve karar verebilen bir
güç olarak göstermektedir. Doğada bu ayrımı yapabilecek herhangi bir güç veya
bilinç bulunmamaktadır. Ne hayvanın kendisi, ne de doğada bulunan herhangi bir
varlık "hangi davranışın yararlı olduğu" kararını verebilecek bir
yeteneğe sahip değildir. Bu seçimi sadece, doğayı ve söz konusu canlıyı
yaratmış olan bilinç ve akıl sahibi bir Varlık yapabilir.
Aslında Darwin'in kendisi de
karmaşık ve faydalı davranışların doğal seleksiyon yoluyla kazanılmış olmasının
imkansız olduğunu itiraf etmiş, ancak kendi iddiasının hayal gücüne daha uygun
olduğunu ve bu nedenle saçma olmasına rağmen bu iddiayı sürdürdüğünü
belirtmişti:
Sonunda, yavru
guguğun üvey kardeşlerini yuvadan atması, karıncaların köleleştirmesi… gibi
içgüdüleri, özellikle bağışlanmış ya da yaratılmış içgüdüler
olarak değil de bütün organik yaratıkların ilerlemesine yol açan genel bir
yasanın, yani çoğalmanın, değişmenin, en güçlülerin yaşamasının ve en
zayıfların ölmesinin küçük belirtileri olarak görmek, mantıklı bir sonuç
çıkarma olmayabilir, ama benim hayal gücüm için çok daha doyurucudur.8
Türkiye'nin önde gelen
evrimcilerinden Prof. Dr. Cemal Yıldırım
ise annenin yavru sevgisi gibi davranışların doğal seleksiyon ile
açıklanamayacağını şöyle itiraf etmektedir:
Annenin yavru
sevgisini, hiçbir ruhsal öğe içermeyen "kör" bir düzenekle (doğal
seleksiyon) açıklamaya olanak var mıdır? Biyologların (bu arada Darwinciler'in)
bu tür sorulara doyurucu yanıt verdiklerini söylemek güçtür, kuşkusuz.9
Bilinci ve aklı olmayan bu
canlılarda birtakım manevi özellikler bulunduğuna ve bu manevi özellikleri
kendi iradeleriyle kazanmaları mümkün olmadığına göre bunu onlara veren bir güç
olmalıdır. Doğal seleksiyon mekanizması ve doğanın kendisi, ne şuura, ne de bu
manevi özelliklere sahip değildirler ve bu nedenle canlıların sahip oldukları
bu özelliklerin kaynağı olamazlar. Çok açık olarak görülen gerçek şudur: Tüm
canlılar Allah'ın iradesinin ve kontrolünün altında yaşarlar. Bu nedenledir ki,
bilinçsiz canlıların yaşadığı doğada sık sık, insanı hayrete düşüren, "bu
hayvan bunu nereden biliyor" veya "bu hayvan bunu nasıl
düşünebilir?" dedirten hayret ifadelerimize neden olan, son derece
bilinçli davranışlar görürüz.
2.
Doğal Seleksiyon yoluyla kazanılan davranışların kalıtım yoluyla bir sonraki
nesle aktarıldığı iddiasındaki yanılgılar:
Evrimcilerin iddialarının ikinci
aşamasında ise doğal seleksiyon yoluyla kazanılan davranışların kalıtım yoluyla
sonraki nesillere aktarılmaları gerekmektedir. Ancak bu iddiaları da bir çok
yönden tutarsızlıklarla doludur. Her şeyden önce hayvanlar tecrübe yoluyla bir
davranışı öğrenseler bile, sonradan kazanılmış bir davranışın genetik olarak
bir sonraki nesle aktarılması imkansızdır. Öğrenilen bir davranış sadece bu
tavrı öğrenen canlıya ait olur. Bir davranış şeklinin canlının genlerine
aktarılması kesinlikle mümkün değildir.
Evrimci Gordon R. Taylor, bazı
biyologların, davranışların kalıtımsal olarak sonraki nesillere aktarılabildiği
iddiasını, "acınacak" bir iddia olarak değerlendirmektedir:
Biyologlar belirli
bazı davranış şekillerinin kalıtımının mümkün olduğunu ve aslında bunun
gerçekten görüldüğünü kabul ederler. Dobzhansky şunu iddia etmektedir:
"Tüm beden yapıları ve fonksiyonlar, hiçbir istisna olmaksızın, çevresel
zincirler sırasında oluşan kalıtımın ürünleridir. Bu durum, hiçbir istisna
olmaksızın tüm davranış şekilleri için de geçerlidir". Bu doğru değildir
ve Dobzhansky gibi saygın birinin bunu dogmatik olarak savunması acınacak
bir durumdur. Bazı davranış şekillerinin kalıtımsal olduğu doğrudur; ancak
tümünün kalıtımsal olduğunu söylememize imkan yoktur.
Açık olan gerçek
şudur ki, genetik mekanizma, belirli bazı davranış biçimlerini nesilden nesile
aktarabildiğine dair en küçük bir belirti bile göstermemektedir. Genetik
mekanizma sadece protein üretir. Belirli hormonlardan daha fazla üreterek,
davranışı genel olarak etkileyebilir örneğin bir hayvanı daha agresif veya daha
pasif yapabilir veya bir canlıyı
annesine daha bağımlı hale getirebilir. Ancak yuva yaparken gereken bir
dizi hareket gibi belirli bir davranış programını nesilden nesile
aktarabildiğine dair hiçbir delil yoktur.
Eğer davranış
gerçekten kalıtımsal ise, o halde nesilden nesile aktarılan davranışın birimi
nedir? Çünkü birimler olduğu varsayılmaktadır. Hiç kimse bu soruya bir cevap
verememiştir.10
Gordon Taylor'ın da belirttiği
gibi, karmaşık davranış biçimlerinin kalıtımsal olduklarını iddia etmek
bilimsel değildir. Kuşların yuva yapmaları, kunduzun baraj kurması, arıların
petek inşa etmeleri gibi seri olarak bilinçli kararlar, tasarım ve ileri
görüşlülük gerektiren karmaşık davranışların kalıtımsal olamayacağının çarpıcı
delillerinden bir başkası da kısır işçi
karıncalardır.
Karınca kolonisinde yaşayan kısır
işçi karıncaların tamamen kendilerine özgü davranış özellikleri bulunmaktadır
ve her özellikleri oldukça geniş bir bilgi birikimi ve hesap yapabilme yeteneği
gerektirmektedir. Ancak işçi karıncalar bu davranışlarının hiçbirini kalıtımsal
olarak elde edemezler. Çünkü işçi karıncalar kısırdırlar ve kendi özelliklerini
diğer nesillere aktaramazlar. Öyle ise evrimcilere öncelikle şu soruyu sormak
gerekir: İlk olarak kısır işçi karıncalara özgü davranış biçimini edinen
karınca bunu bir sonraki nesle nasıl aktardı? Milyonlarca yıldır, sadece işçi
karıncalar değil, aynı durumdaki kısır işçi arılar ve kısır termitler de akıl,
yetenek, dayanışma, disiplin, işbölümü ve fedakarlık ürünü tavırlar
sergilemektedirler. Fakat ilk var
oldukları günden bu yana söz konusu canlılar sahip oldukları hiçbir özelliği
bir başkasına aktarma yeteneğine sahip değildirler.
Ayrıca bu canlıların gösterdikleri
olağanüstü davranışları öğrenerek elde ettiklerini de söyleyemeyiz. Çünkü söz
konusu canlıların tümü dünyaya geldikleri andan itibaren bu davranışları
kusursuz bir şekilde uygulamaya başlarlar. Herhangi bir konuda belirli bir
eğitim süresi geçirmezler, tüm davranışları doğuştan sahip oldukları bilgiler
doğrultusundadır. Ve bu, dünyanın her köşesinde yaşayan tüm karınca, balarısı,
termitler ve diğer tüm canlılar için
geçerlidir. Öyle ise onlara bu davranışlarını kim öğretmektedir?
İşte Charles Darwin'in de 150 yıl
önce sorduğu bu soruyu evrimciler hala cevaplayamamışlardır. Darwin bu
çelişkiyi şöyle dile getirmiştir:
Bir tek kuşakta
alışkanlıkla birçok içgüdü edinildiğini ve sonra ardışan kuşaklara soyaçekimle
iletildiğini varsaymak ağır bir yanılgı olur. Bildiğimiz en şaşırtıcı
içgüdüler, örneğin balarısının ve karıncaların birçoğunun içgüdüleri,
alışkanlıkla kazanılmış olamaz.11
Bir işçi karınca,
ya da bir başka eşeysiz böcek, sıradan bir hayvan olsaydı, bütün ıralarının
(özelliklerinin) Doğal Seçmeyle yavaş yavaş edinilmiş olduğunu, yani yararlı
küçük değişikliklerle doğan ve bunları soyaçekimle döllerine ileten bireylerin
varlığını, ve onların döllerinin yeniden değiştiğini ve yeniden seçildiğini vb.
hiç duraksamadan kabul ederdim. Ama işçi karınca ana babasından büyük ölçüde
farklı bir böcektir, ve üstelik tümüyle kısırdır; bu yüzden art arda
edinilmiş yapı ve içgüdü değişikliklerini döllerine iletmesi söz konusu olamaz.
Bu durumun Doğal Seçme teorisiyle nasıl uzlaştırılabileceği elbette sorulur.12
Evrimci Cemal Yıldırım ise aynı
konu hakkında evrimcilerin içine düştükleri çıkmazı şöyle ifade etmektedir:
Örnek olarak
sosyal böceklerden işçi karınca ve işçi arıları alalım. Bunlar üreme bakımından
kısırdır; döl vermedikleri için yaşam dönemlerinde edindikleri özellikleri ya
da uğradıkları modifikasyonları yeni kuşaklara geçirmelerine olanak yoktur.
Oysa bu işçilerin çevreye ve yaşam biçimlerine uyumları son derece ileri
bir düzeydedir.13
Bu itiraflardan da anlaşıldığı gibi
canlıların sergiledikleri şaşırtıcı davranışlar ve sahip oldukları içgüdüler
evrimsel bir mekanizma ile açıklanamaz. Canlılara ait yetenekler doğal
seleksiyon gibi bir mekanizma ile elde edilmiş değildir. Ve kalıtımsal olarak
bir nesilden diğerine aktarılmaları da mümkün değildir.
3. İçgüdülerin
evrimleşerek canlıyla birlikte değiştiği
iddiasının geçersizliği:
Evrim teorisi tüm canlıların
birbirlerinden evrimleşerek türediklerini iddia eder. Bu iddiaya göre örneğin
sürüngenler balıklardan, kuşlar da sürüngenlerden evrimleşmişlerdir. Ancak unutmamak
gerekir ki, her canlı türünün davranış şekli bambaşkadır. Bir balığın
davranışları ile, sürüngeninkiler birbirlerinden tamamen ayrıdır. Öyle ise
canlının biyolojik özellikleri değişirken, davranışları da mı uygun şekilde
değişime uğramıştır?
İşte bu soru evrimcilerin içine
düştükleri açmazlardan ve çelişkilerden biridir. Darwin de bu çelişki ve imkansızlığın farkına
varmış ve içgüdülerin doğal seçmeyle kazanılıp sonra değişime uğramasını şöyle
sorgulamıştı:
... İçgüdüler
Doğal Seçmeyle kazanılabilir ve değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı
büyük matematikçilerin buluşlarını çok önceden uyguladığı petek gözlerini
yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?14
Bu çelişkiyi balıklardan,
sürüngenlerden ve kuşlardan çeşitli türdeki canlılardan örnekler vererek daha
açık hale getirebiliriz:
Balıkların tamamen kendilerine has
üreme, avlanma, savunma ve yuva yapma yöntemleri vardır. Bu özellikler, suyun
altındaki şartlara göre mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Bazı balıklar üreme
mevsimlerinde yumurtalarını deniz altındaki bir kayaya yapıştırırlar ve
yüzgeçlerini sallayarak yumurtaların oksijen almalarını sağlarlar.
Kuşlar ise, yumurtalarını özel
olarak hazırladıkları çok farklı yapılardaki yuvalarda saklarlar. Ve
yumurtalarının gelişimi için de kuluçkaya yatarlar.
Bunun tam tersine bir kara hayvanı
olan timsahlar ise, yumurtalarını kumun altına gömerek yaklaşık 2 ay boyunca
kuluçka devresinde kalmasını sağlarlar. Bazı balıklar yuvalarını deniz altındaki
kayaların içlerine yaparken, karada yaşayan birtakım canlı türleri topladıkları
ince dallar ve ağaç kabuklarıyla yüksek dallar üzerinde yuvalar hazırlarlar.
Kuşlar ise yuvalarını etraftan topladıkları ot ve çalı-çırpıdan inşa ederler.
Sürüngenlerden türedikleri iddia
edilen memelilerin ise üreme şekli, diğer canlılardan tamamen farklıdır.
Diğerleri yumurtlama yoluyla ürerken, memeliler yavrularını aylarca
karınlarında taşırlar ve doğumdan sonra yavrularını sütleriyle beslerler.
Her bir canlı türünün avlanma şekli de çok farklıdır. Kimi uzun
süre pusuya yatar, kimi kendini kamufle eder, kimi ise atak ve hızlı olmanın
avantajını kullanır. Görüldüğü gibi karadaki hayvanlar ile deniz altında
yaşayan canlıların gösterdikleri davranışlar, birbirlerinden çok farklıdır ve
bulundukları koşullara göre de değişmektedir.
Bu durumda canlılar evrimleşirken,
aynı zamanda içlerinden gelen sesin, yani içgüdülerinin de büyük değişikliklere
uğraması gerekmektedir. Örneğin, madem bir balık, içinden gelen bir sesle
yumurtalarını kayalara yapıştırmakta, sonra bunları özenle havalandırmaktadır,
o halde bir kara canlısına dönüşme aşamasında "içinden gelen ses" de
değişikliğe uğramalıdır. Üstelik bu ses o kadar değişmelidir ki, bu balık
birdenbire yüksek yerlerde mükemmel yuvalar inşa etmeye başlasın,
yumurtalarının gelişimi için kuluçkaya yatsın!
Elbette böyle bir şey mümkün
değildir.
Bu konudaki ciddi bir zorluk da
şudur: Eğer bir canlının biyolojik yapısı ve dolayısıyla ortamı değişir de
davranış şekli değişmezse o canlı yaşamını sürdüremeyecektir. Örneğin denizde
kendini kamufle edebilen bir balık karaya çıktıktan sonra kendine yeni savunma
sistemleri bulmalıdır. Üstelik bunun için kaybedecek hiç vakti de yoktur. Tüm
davranış tarzı, yaşam şekli, vücut sistemleri ani bir kararla ve hızla
değişmelidir. Aksi takdirde kısa süre içinde kendisi ölecek ve dolayısıyla soyu
da tükenecektir. Hiçbir bilince sahip olmayan bir canlının böylesine stratejik
ve akıl gerektiren kararlar veremeyeceği ise açıktır. Öyle ise tüm canlılar
nasıl olup da biyolojik yapılarına ve bulundukları ortama en uygun tavrı
gösterebilmektedirler?
Darwin de Türlerin Kökeni'nde
teorisine yöneltilen bu eleştiriye şöyle yer vermiştir:
İçgüdülerin kökeni
konusundaki bu görüşe şöyle itiraz edildi: "Yapı ve içgüdü değişimlerinin
zamandaş olması ve birbirine tümüyle uygun düşmesi zorunludur; çünkü birinin
öbüründe uygun bir karşılığı bulunmayan bir değişikliği öldürücü olurdu."15
Görüldüğü gibi hayvanlardaki
davranışları, içgüdülerin kökenini evrimsel bir süreçle, tesadüflerle veya
"tabiat ana" ile açıklamak mümkün değildir. O halde canlılar
varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan özellikleri nasıl kazanmışlardır?
Bu soruya verilecek cevap aslında
oldukça açık ve nettir. Canlılar üzerinde basit bir gözlem yapan her insan, bu
davranışların hayvanların kendilerinden kaynaklanmadığını ya da ardı ardına
gelen tesadüflerin eseri olamayacağını açıkça görebilir. Canlıların
gösterdikleri davranışların kaynağı, ne kendi vücutlarında, ne de doğada bulunmaktadır. Açıktır ki gözle görülemeyen
bir akıl ve güç, bu canlıların davranışlarını yönetmektedir. Bu akıl ve güç
ise, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah'a aittir.
Sonuç: Tüm
Canlılar Allah'ın İlhamı ile Hareket Ederler
Önceki sayfalarda belirtildiği gibi
evrimciler hayvan davranışları konusunda önemli sorunlarla karşı karşıyadırlar.
Oysa gerçek çok açıktır. Kesinlikle bilinci ve aklı olmayan bir canlı, ince
farkları ayırt edebilme, olaylar arasında bağlantı kurabilme, doğru kararlar
verebilme, plan yapabilme, birkaç aşama sonrasını hesaplayabilme gibi akıl ve
bilinç gerektiren davranışlar sergiliyorsa, bu canlının dışında, bu canlıya
hükmeden, ona bu davranışları yaptıran bir güç vardır. Evrimciler, canlıların
bu davranışları yapmak üzere programlandıklarını söylerler. Öyle ise bu
programı kim oluşturmuştur? Arıları petek inşa etmek üzere programlayan güç
nedir? Bu soruya verilecek cevap aslında oldukça açık ve nettir. Canlılar
üzerinde basit bir gözlem yapan her insan, bu davranışların hayvanların
kendilerinden kaynaklanmadığını ya da ardı ardına gelen tesadüflerin eseri olamayacağını
açıkça görebilir. Açıktır ki doğada her şeye hakim olan bir akıl ve güç, bu
canlıların davranışlarına da etki etmektedir. Bu akıl ve gücün sahibi, her
şeyin Yaratıcısı olan Allah'tır.
Bir canlının nasıl meydana
geldiğini dahi açıklayamayan bir teori elbette ki o canlının davranışlarının
nedenini ve kökenini de açıklamaktan yoksundur. Canlıların davranışlarının
incelenmesi bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Çünkü yapılan gözlemler hiçbir
canlının başıboş olmadığını göstermektedir. Her canlıyı yoktan var eden,
denetleyen, her an gözleyen, ve her canlıya davranışını emreden, yerlerin,
göklerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah'tır. Kuran'da bu gerçek
şöyle haber verilmektedir:
"Ben
gerçekten, benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği
hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir
(dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)
Canlıların Fedakarlıkları Darwin'in
"Sadece Güçlü
Olan Yaşar" İddiasını Yalanlıyor
Önceki sayfalarda da değindiğimiz
gibi, Darwin'in öne sürdüğü doğal seleksiyon mekanizması, bulundukları coğrafi
konumun doğal şartlarına uygun yapıda ve güçlü olan canlıların hayatlarını ve
nesillerini sürdürebildiklerini, uygun yapıda olmayan ve daha güçsüz olanların
ise yok olduklarını öngörür. Darwinizm'in benimsediği doğal seleksiyon
mekanizmasına göre doğa, canlıların birbirleriyle "yaşam" için
kıyasıya mücadele ettikleri, zayıfların güçlüler tarafından yok edildiği bir
yerdir.
Dolayısıyla bu iddiaya göre her
canlı yaşamını sürdürebilmek için güçlü olmak, diğerlerine her konuda üstün
gelmek ve kıyasıya savaşmak zorundadır. Böyle bir ortamda ise fedakarlık,
özveri, işbirliği gibi kavramlara yer yoktur; zira bunların her biri canlının
aleyhine dönebilir. Bu yüzden her canlı olabildiğince bencil olmalı ve sadece
kendi yiyeceğini, kendi yuvasını, kendi korunmasını, kendi güvenliğini
düşünmelidir.
Peki gerçekten de doğa her canlının
birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği, herkesin birbirini yok etmek, saf dışı
bırakmak için çaba harcadığı, son derece bencil ve vahşi bireylerden oluşan bir
ortam mıdır?
Bu konuda şimdiye kadar yapılan tüm
gözlemler evrimcileri bir kez daha yalanlamıştır. Çünkü doğa, hiç de evrimcilerin iddia ettiği gibi sadece
savaşın hakim olduğu bir yer değildir. Aksine doğa, çoğu kez ölümü göze alan
fedakarlıkların, kendi zararına olduğu halde sürü için gösterilen özverilerin,
bunun karşılığında hiçbir kazanç sağlamayan canlıların ve akılcı
işbirliklerinin sayısız örnekleri ile doludur. Kendisi de bir evrimci olmasına
rağmen Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık isimli kitabında,
Darwin ve dönemindeki diğer evrimcilerin neden doğanın sadece bir savaş yeri
olduğunu zannettiklerini şöyle açıklamıştır:
19. yüzyılda bilim
adamları çoğunluk çalışma odalarında ya da laboratuvarda kapalı kaldıkları,
doğayı doğrudan tanıma yoluna gitmedikleri için canlıların salt savaşım içinde
olduğu tezine kolayca kapılmıştır. Huxley çapında seçkin bir bilim adamı bile
kendini bu yanılgıdan kurtaramamıştı.16
Evrimci Peter Kropotkin ise
hayvanların aralarındaki dayanışmayı konu edindiği Mutual Aid: A Factor in
Evolution isimli kitabında Darwin ve taraftarlarının içine düştükleri
yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
Darwin ve onu
izleyenler, doğayı canlıların sürekli olarak birbirleriyle savaştıkları bir yer
olarak tanımladılar. Huxley'e göre hayvanlar alemi gladyatörlerin şovuna
benziyordu. Hayvanlar birbirleriyle savaşmakta, en hızlı ve en kurnaz olanı
ertesi gün savaşabilmek için hayatta kalmaktaydı. Ancak ilk bakışta, Huxley'in
doğaya bakış açısının bilimsel olmadığı anlaşılmaktadır…17
Aslında bu durum evrim teorisinin
gerçekçi bilimsel gözlemlere dayanmadığının da bir göstergesidir. Evrimci bilim
adamları sırf bağlı bulundukları ideolojiyi destekleyebilmek için doğada açıkça
görülen bazı özellikleri kendilerine göre yorumlamışlardır. Darwin'in, doğaya
hakim olduğunu hayal ettiği savaş, gerçekte büyük bir "yanılgıdan"
ibarettir. Çünkü doğada sadece kendi
çıkarları için yaşam savaşı veren canlılar yoktur. Birçok canlı diğer canlılara
karşı yardımsever ve bundan daha da önemlisi "özverili"dir.
İşte bu yüzden evrimciler doğada rastladıkları özverili tavırları açıklamakta
aciz kalmaktadırlar. Bilimsel bir dergide konuyla ilgili olarak yayınlanan bir
makalede yazılanlar, bu acizliği gözler önüne sermektedir:
Sorun, canlıların
niye birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin'in teorisine göre; her canlı
kendi varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir.
Başkalarına yardım etmek, o canlının sağ kalma olasılığını bağlı olarak
azaltacağına göre, uzun vadede evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa
canlıların özverili olabilecekleri gözlenmiştir.18
Sözgelimi balarıları,
kovanlarına saldıran bir hayvanı sokarak öldürürler. Aslında arılar bu şekilde
intihar etmiş olurlar. Çünkü sokma sırasında iğnelerini bıraktıkları için, ona
bağlı birtakım iç organları da yırtılıp gövdelerinden sökülür. Görüldüğü gibi
arı, kovandaki diğer arıların güvenliğini sağlamak uğruna kendi yaşamını
harcamaktadır.
Erkek ve dişi penguenler,
yavrularını adeta "ölümüne" korurlar. Erkek penguen yavrusunu 4 ay
ayaklarının arasında hiç ara vermeden tutar. Bu süre içinde yemek de yiyemez.
Dişi penguen ise bu sırada denize giderek yavrusu için yemek arar ve topladığı
yiyecekleri kursağında taşır. Her ikisi de yavruları için büyük fedakarlıklar
gösterirler.
Timsah en vahşi hayvanlardan
biridir. Ancak yavrularına gösterdiği ihtimam son derece hayret vericidir.
Yavruları yumurtadan çıktıktan sonra onları ağzında suya kadar taşır. Bundan
sonra yavrular büyüyüp kendi başlarının çaresine bakana kadar timsah onları
ağzında veya üzerinde taşıyacaktır. Yavru timsahlar da herhangi bir tehlike
sezdiklerinde hemen annelerinin ağzındaki korunaklı barınaklarına kaçarlar.
Oysa timsah hem vahşi, hem de bilinci olmayan bir hayvandır; dolayısıyla
kendisinden beklenen yavrularını koruması değil aksine onları da beslenmek için
ayrım gözetmeden yemesidir.
Bazı anneler yavruları sütten
kesilene kadar kendi yaşadıkları toplulukları terk etmek zorunda kalırlar ve
böylece kendilerini büyük bir riske atarlar. Doğumdan veya yumurtadan çıktıktan
sonra birçok hayvan türü yavrularına günlerce, aylarca hatta kimi zaman
yıllarca bakar. Onlara yiyecek, yuva, sıcaklık sağlar, yırtıcı hayvanlardan
korur. Gün boyunca birçok kuş yavrularını saatte ortalama dört ile yirmi kere
arasında besler. Memelilerde ise annelerin daha farklı sorunları olur. Süt
verme döneminde daha iyi gıda almalıdırlar ve bunun için daha çok
avlanmalıdırlar. Buna rağmen bu süre içerisinde yavru kilo alırken anne sürekli
kilo kaybeder.
Bilinci olmayan bir hayvandan
beklenen yavrusunu doğurduktan sonra bırakıp gitmesidir. Çünkü hayvanlar bu
küçük canlıların ne olduklarının bile şuuruna varamazlar. Ancak buna rağmen bu
yavruların bütün sorumluluğunu üzerlerine alırlar.
Canlılar sadece yavrularını
tehlikelerden koruyarak özveride bulunmazlar. Birçok durumda kendi toplulukları
içinde yaşayan diğer canlılara karşı da son derece "ince düşünceli"
ve "çözümcü" davrandıkları gözlemlenmiştir. Bunun bir örneği, çevrede
bulunan besin kaynakları azaldığında görülür. Böyle bir durumda güçlü olan
hayvanların üstün gelerek diğer hayvanları saf dışı bırakacakları ve tüm
kaynaklara el koyacakları düşünülebilir. Ancak olaylar hiç de evrimcilerin
hayal ettikleri gibi gelişmez. Ünlü bir evrimci olan Peter Kropotkin kitabında
bu konuyla ilgili bazı örnekler verir: Kropotkin bir kıtlık durumuyla
karşılaşıldığında karıncaların depoladıkları erzaklarını kullanmaya
başladıklarını, kuşların topluca göç ettiklerini; bir ırmakta çok fazla kunduz
yaşamaya başladığında genç olanların kuzeye yaşlı olanların güneye doğru
gittiklerini anlatır.19 Yukarıda aktarılan
bilgilerden de görüleceği gibi doğadaki canlılar arasında kıyasıya bir yiyecek
veya yuva mücadelesi yoktur. Aksine en zorlu koşullarda dahi canlılar arasında
çok güzel bir uyum ve dayanışma görülebilmektedir. Sanki her biri koşulları
kolaylaştırmak için uğraşıyor gibidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken
önemli bir nokta şudur: Bu canlıların hiçbiri bu kararları alacak ve böyle bir
düzeni sağlayacak bir akla ve bilince sahip değildir. Öyle ise biraraya gelip
ortak bir hedef belirlemeleri ve bu hedefe hepsinin uyması, hatta bu hedefin
tüm toplum bireyleri için en sağlıklı karar olması nasıl açıklanabilir?
Kuşkusuz tüm bu canlıları yaratan, onlara kendileri için en yararlı olacak
tavrı ilham eden ve onları koruyup esirgeyen alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Allah yarattığı tüm varlıklar üzerindeki
korumasını şöyle bildirmektedir:
Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait
olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir.
(Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)
Doğadaki bu gerçekler karşısında,
evrimcilerin "doğa bir savaşım alanıdır, bencil olan, kendi çıkarlarını
koruyan üstün gelir" iddiası tamamen geçersiz kalmaktadır. Ünlü bir
evrimci olan John Maynard Smith canlıların bu özellikleri üzerine
evrimcilere şöyle bir soru
yöneltmektedir:
Eğer doğal seleksiyon, bireyin yaşama şansını
ve çoğalmasını garanti eden özelliklerinin seçilimi ise, kendini feda eden davranışları nasıl
açıklayacağız? 20
Nesli Devam
Ettirme İçgüdüsü:
Daha önceki sayfalarda değinildiği
gibi, canlılarda görülen fedakar davranışlar, evrimciler tarafından hiçbir
biçimde açıklanamayan önemli bir konudur. Doğada çok sayıda örneği görülen
fedakarlıklar evrim teorisinin temel iddialarını geçersiz kılmaktadır. Ünlü
evrimci Stephen Jay Gould doğadaki fedakarlığın evrim için "can sıkıcı bir
problem"21 olduğunu ifade ederken, evrimci Gordon R. Taylor
ise canlılardaki fedakarlık için "evrim teorisine büyük engel teşkil
etmektedir" diyerek evrimcilerin karşı karşıya oldukları çıkmazı dile
getirir. Doğanın fedakarlık, şefkat gibi bütünüyle manevi öğeler içermesi, tüm
doğayı maddenin rastlantısal etkileşimleri olarak gören materyalist bakış
açısına kesin ve net bir darbe vurmaktadır.
Ancak, yenilgiyi kabullenmek
istemeyen bazı evrimciler ortaya "Bencil Gen Kuramı" diye
isimlendirdikleri bir iddia atmışlardır. Öncülüğünü evrim teorisinin
günümüzdeki en ateşli savunucularından Richard Dawkins'in yaptığı bu iddiaya
göre, canlıların fedakarlık gibi görünen davranışları aslında
"bencillik"lerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu hayvanlar evrimcilere
göre fedakarlık yaparken, yardım ettikleri canlı veya canlıları değil,
genlerini düşünmektedirler. Yani bir anne yavrusu için canını feda ederken,
aslında kendi genlerini korumaktadır. Yavrusu kurtulursa genlerini sonraki
nesillere aktarabilme imkanı daha fazla olacaktır. Bu anlayışa göre, insan da
dahil olmak üzere, tüm canlılar birer "gen makinası"dır. Ve her
canlının en önemli görevi genlerini bir sonraki nesle aktarabilmektir.
Evrimciler, canlıların nesillerini
devam ettirme, genlerini gelecek nesillere aktarma isteğine programlı
olduklarını ve bu nedenle bu programlarına uygun davranışlara sahip olduklarını
söylerler. Aşağıdaki alıntı Essentials of Biology isimli evrimci bir
biyoloji kitabından yapılmıştır. Bu alıntı, evrimcilerin hayvan davranışları
için yaptıkları klasik açıklamaya bir örnek teşkil etmektedir:
Kendini tehlikeye
atan bir davranışın nedeni ne olabilir? Bazı fedakar davranışlar bencil
genlerden kaynaklanırlar. Kendini perişan edene kadar yavruları için yiyecek
arayan canlılar büyük bir ihtimalle genetik olarak programlanmış davranışlar
sergiliyorlar – bunlar, ebeveynlerin yavrularda
bulunan genlerinin bir sonraki nesile aktarılmasını sağlayan
davranışlardır. Bu düşmana verilen doğuştan, içgüdüsel karşılıklar
araştırmacılara bir amaca yönelik davranışlar gibi görünebilir. Ancak bunlar
aslında koku, ses, görüntü ve diğer ipuçları tarafından devreye sokulan
davranış programlarıdır.22
Yukarıdaki alıntıda dikkat edilirse
yazar canlıların davranışlarının ilk bakışta maksatlı gibi görünebileceğini ama
canlının bunları bilerek, düşünerek bir amaca yönelik olarak değil,
programlanmış olarak yaptığını söylemektedir. Bu noktada sorulması gereken
önemli soru şudur: Bu programın kaynağı nedir? Gen dediğimiz şey, kodlanmış bir
bilgi paketinden ibarettir. Ama bir bilgi paketinin düşünme gibi bir yeteneği
olamaz. Genin de zekası, aklı, yargı yeteneği yoktur. Dolayısıyla, eğer bir
canlının geninde, onu fedakarlığa yönelten bir komut varsa, bu komutun kaynağı,
genin kendisi olamaz.
Bir örnekle düşünelim. Bir
bilgisayarın kapatma tuşuna bastığınızda bilgisayarınız kapanır. Çünkü
bilgisayarınız daha önce bilinçli, akıllı ve bilgi sahibi bir programcı
tarafından "kapat" tuşuna bastığınızda kapanmak üzere
programlanmıştır. Dikkat edilirse, bilgisayar bunu kendi kendine yapmamaktadır,
veya tesadüfen kapat tuşu bilgisayarı kapatmaya yarayan bir tuş haline
gelmemiştir. Biri bilinçli olarak bu tuşu programlamıştır.
Öyle ise bir canlının genlerinin,
neslini devam ettirmek için fedakar davranışlarda bulunmaya programlanmış
olması da, bu canlının genlerini bu şekilde programlayan akıl ve bilgi sahibi
bir Gücün varlığını açıkça gösterir. Bu Güç, tüm canlıları her an ilhamı ile
yönlendiren, her birini denetleyen ve her birine davranış şeklini emreden
Allah'tır. Bu açık gerçek Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
Göklerde ve yerde
olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde ederler (emrine boyun
eğerler) ve onlar büyüklük taslamazlar. Üstlerinden (her an bir azab göndermeye
kadir olan) Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyi yaparlar. (Nahl
Suresi, 49-50)
Allah, yedi göğü
ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner;
sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle
her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Canlılar Sadece
Kendi Genlerini Taşıyan
Akrabalarına
Değil, Diğer Canlılara da Yardım Ederler:
Kitabın 3. Bölümü'nde daha detaylı
örnekleri görüleceği gibi, canlılar sadece yavrularına değil diğer yardıma
muhtaç canlılara da yardımda bulunurlar. Bu ise evrim teorisinin hiç içinden
çıkamadığı bir durumdur, çünkü ortada "geni aktarma" kaygısı da
yoktur. Evrimci bir dergi olan 'Scientific American'da evrimin bu çıkmazı şöyle
bir örnekle ortaya konmaktadır:
"Aralarında
genetik bir bağlılık (akrabalık) olmamasına rağmen iki erkek babon davranışlarda
işbirliği konusunda iyi bir örnek teşkil ederler. İki erkek babon herhangi bir
konuda münakaşaya girdiklerinde, babonlardan birisi üçüncü bir babondan yardım
isteyebilmektedir. Yardım isteyen babon, başını sürekli olarak rakibi ve yardım
istediği babon arasında öne ve arkaya sallar. Bu yardımlaşmanın en akılcı
izahı, yardıma gelen babonun ileride bir güçlükle karşılaştığında yardım ettiği
babonun, kendisine yardım edeceğinden emin olması olarak görülür. Ancak evrimin
açıklayamadığı konu, bu yardımlaşmada hilenin nasıl engellendiği ve yardım
edilen babonun daha sonra yardımı reddetmesine engel olan şeyin ne
olduğu."23
Kısacası bu canlıların, Allah
kendilerine yardım etmelerini, fedakarlıkta bulunmalarını emrettiği için bu
şekilde davrandıkları çok açık bir gerçektir.
Kitabın devamında birçok canlının
gösterdiği fedakar, şefkatli ve merhametli davranışlardan örnekler
verilecektir. Bu örnekleri okurken, hiç unutulmaması gereken gerçek şudur: tüm
bu canlılara fedakarlığı, şefkat ve merhameti ilham eden onları en mükemmel
şekilde yaratmış olan Allah'tır.
CANLILARIN “AİLE” İÇİNDEKİ FEDAKARLIKLARI
Hayvanların bir kısmı, yaşamları
boyunca veya çok uzun bir süre diğer aile üyeleriyle birlikte kalırlar. Örneğin
penguenler ve kuğular ölene kadar aynı eşle birlikte yaşayan canlılardandır.
Dişi filler ve kaplanlar ise anneleri ve hatta anneanneleri ile birlikte
kalırlar.24
Memelilerde genellikle erkekler
kendilerine bir aile kurarlar. Bu ailede dişiler ve yavrular bulunur. Ancak
aile sahibi olmak özellikle yetişkin hayvanlara önemli sorumluluklar getirir.
Erkek, tek başına yaşayan türdeşlerine kıyasla çok daha fazla avlanmalıdır.
Ayrıca kendini kolaylıkla koruyabilecekken, artık koruması ve kollaması gereken
başka bireyler de vardır. Üstelik savunmasız yavruları korumak, çoğu zaman
önemli fedakarlıklar gerektirir.
Hayvanların aile kurabilmek ve
sonra da aile bireylerine bakabilmek için büyük çaba harcamaları, hayatlarını
tehlikeye atmaları, rahatlarını kaçırmaları üzerinde düşünülmesi gereken bir
konudur. Hayvanlar neden zor olanı seçmektedirler?
Hayvanların bu tercihleri Darwin'in
"güçlü olan yaşar, zayıf olan ise ezilerek yok olur" tezini tamamen
geçersiz kılmaktadır. Çünkü ilerleyen sayfalarda çok fazla örneğini göreceğimiz
gibi, doğada zayıflar ezilmemekte, aksine çoğu zaman güçlüler tarafından
"ölmek pahasına" korunmaktadırlar.
Aile Bireylerinin
Birbirlerini Tanımaları
Toplu olarak yaşayabilmeleri için
her şeyden önce, bir aileye mensup canlıların birbirlerini tanıyabilmeleri
gereklidir. Nitekim oldukça geniş alanlarda, çok kalabalık koloniler halinde
yaşayan canlılar dahi kendi yavrularını, eşlerini, anne-babalarını veya
kardeşlerini tanıyabilirler.
Her türün birbirini tanıma yöntemi
farklıdır. Örneğin yerde yuva yapan kuşlar, yavrularının hem sesini, hem de
görüntüsünü tanırlar. Bunlardan biri olan Ringa balığı martıları ise
yavrularını çok büyük koloniler içinde yetiştirir. Ancak buna rağmen, yavruları
görüş alanlarında olmasa dahi, onların ihtiyaç içindeki seslenişlerine hemen
karşılık verebilirler, kesinlikle onların sesini diğerleri ile karıştırmazlar.
Yavrularının bulunduğu alana yabancı bir yavru girdiğinde hemen ayırt ederek
onu o bölgeden uzaklaştırırlar.25
Memeliler ise yavrularını
genellikle kokularından tanırlar. Yavru doğar doğmaz anne onu koklar ve bundan
sonra yavrusunu kesinlikle diğer yavrularla karıştırmaz.26
Bu konuda en başarılı canlılardan
biri penguenlerdir. Birbirlerinin aynısı olan bu canlıların arasında, dikkatli
bir gözle bakıldığında dahi, ayırım yapabilmek neredeyse imkansızdır. Bu yüzden
penguen ailesinin üyelerinin birbirlerini hiç güçlük çekmeden tanıyabilmeleri
oldukça şaşırtıcıdır. Özellikle de dişi penguenin 2-3 ay boyunca eşi ve yavrusu
için yiyecek aramaya gidip, dönüşte her ikisini de tanıyabildiği düşünülürse…
Anne penguen 2 veya 3 ay sonra geri
döndüğünde, yüzlerce penguen arasından yavrusunu ve eşini kolaylıkla bulur.
Daha da ilginç olanı, yetişkin penguenler denize avlanmaya gitmeden önce
kolonideki tüm yavruları toplarlar ve onları sanki bir çocuk yuvasındaymış gibi
birarada bırakırlar. Bu davranışları dondurucu soğuğa karşı bir önlemdir.
Birarada duran yavrular sıkıca birbirlerine yaklaşırlar ve böylece ısınırlar.
Ancak bir sorun vardır? Yetişkin penguenler avlanmadan döndüklerinde yüzlerce
yavru arasından kendi yavrularını nasıl bulacaklardır? Bu, penguenler için bir
sorun değildir. Her penguen döndüğünde sesinin en yüksek tonuyla bağırmaya
başlar ve her yavru annesini veya babasını sesinden tanıyarak onların yanına
gider.27 Kuşkusuz binlerce penguen arasında
birbirlerini ayırt etmelerini sağlayacak en uygun yöntem seslerinden
tanımalarıdır. Peki nasıl olmuş da görünümleri tıpatıp aynı olduğu halde
birbirlerini ayırt edebilmek için penguenlerin her biri farklı farklı seslere
sahip olmuşlardır? Dahası penguenler birbirlerinin seslerini ayırt etme
yeteneğini nereden kazanmışlardır? Hiçbir penguen bu özellikleri ve yetenekleri
kendi iradesiyle akletmiş ve kazanmış olamaz. Bunların, penguenlere "verilmiş"
olması gereklidir. Peki bu özellik ve yetenekleri onlara veren kimdir?
Evrimcilere göre "doğa" vermiştir. Acaba doğanın hangi öğesi
hayvanlara böyle bir bilinci kazandırabilir? Kutup bölgesindeki buzlar mı?
Kayalıklar mı? Elbette cevap bunların hiçbiri olamaz çünkü evrimcilerin birçok
güç ve yetenek atfettikleri doğa taştan, kayalardan, ağaçlardan, buzlardan
oluşan, ve kendisi de yaratılmış olan bir varlıklar bütünüdür. O halde
yukarıdaki sorunun cevabı açıktır: Penguenlerin her birini farklı bir ses ve
diğerlerinin sesini tanıma yeteneği ile yaratan ve böylece yaşantılarını
kolaylaştıran, her şeyi "kusursuzca var eden" Allah'tır.
Yavrular İçin İnşa
Edilen Konforlu Yuvalar
Hayvanların, özellikle de
yavruların korunmasında "yuvalar"ın önemli bir fonksiyonu vardır. Bu
nedenle birçok canlı türü şaşırtıcı teknikler kullanarak, çok sayıda mimari
detaylara sahip yuvalar inşa ederler. Yuvaların inşasında çok farklı teknikler
kullanılır. Hayvanlar çoğu zaman bir mimar gibi plan yapar, gerçek bir duvar
ustası gibi çalışır, bir mühendis gibi teknik çözümler getirir, bazen de bir
dekoratör gibi yuvalarını dekore eder, süslerler. Çoğu zaman bu usta
müteahhitler yuvalarını hazırlayabilmek için gece gündüz hiç durmadan
çalışırlar. Eğer eşleri varsa, işbölümü yaparak birbirlerine yardım ederler. En
çok özen gösterilen yuvalar ise, yeni dünyaya gelecek yavrular için hazırlanan
yuvalardır.
Yuvaların hazırlanış teknikleri,
bilinci ve zekası olmayan bir canlıdan beklenmeyecek kadar mükemmeldir.
İlerleyen sayfalarda örnekleri verilecek olan bu yuvaların, hayvanların kendi zekalarıyla tasarlanamayacakları çok
açıktır. Çünkü hayvanların bu yuvaları inşa etmeden önce birçok aşamayı
planlamış olmaları gerekir. Öncelikle yumurtalarının veya yavrularının
güvenliği için bir yuvaya ihtiyaçları olduğunu belirlemeleri gerekir. Daha sonra
ise yuva için en uygun yeri tespit etmelidirler, çünkü hiçbir canlı yuvasını
rastgele bir yere yapmaz.
Yuvanın yapısı ve kullanılan
materyaller de bulunulan ortama göre "özel olarak" seçilir. Örneğin
deniz kuşları su kenarlarında yaşadıkları için, ani su baskınlarına karşı suya
gömülmeyen ve suda yüzebilen otlardan oluşan özel yuvalar kurarlar.
Kamışlıkların bulunduğu alanlarda yaşayan kuşlar ise, rüzgarda sallandığında
yuvadaki yumurtaların düşmemesi için geniş ve derin yuvalar yaparlar. Bunun
yanı sıra çöl kuşları, yuvalarını sıcaklığın çevreye göre en az 10 derece daha
düşük olduğu çalılıkların tepesine kurarlar. Çünkü aksi takdirde yer
seviyesinde 45 derece olan sıcaklık, yavrular için adeta bir fırın etkisi
yaratacak ve kısa sürede ölmelerine sebep olacaktır.
Yuvaların inşa edildiği yer
konusunda yapılan seçim hem bilgi, hem de zeka gerektirmektedir. Oysa bir
hayvanın su baskını ihtimalinden veya yüksek ısının yavrularına vereceği
zarardan haberdar olması ve bu tür tehlikelerden nasıl kurtulacağını hesaplaması
mümkün değildir. Ortada bilinci, aklı ve bilgisi olmayan canlılar, ama aynı
zamanda da bilinçli, akıllı ve bilgiye dayalı davranışlar vardır. Diğer bir
deyişle bilincin, aklın ve ilmin sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratışı vardır.
Canlılar için yavrularının yaşamı
çok önemlidir ve yumurtladıktan veya doğum yaptıktan itibaren tek uğraşıları
yavrularıdır. Yavruların korunmasına çok büyük bir itina gösterirler. Sözgelimi
çulhakuşu, yavrularını korumak için bir tek yuva yapmakla yetinmez, etrafa çok sayıda
"sahte yuva" kurar. Bunun sebebi, yavruların büyüdüğü asıl yuvayı,
sahte yuvalar arasında gizlemek ve düşmanın dikkatini farklı yuvalara
çekmektir. Bu elbette ki çulhakuşunun kendi zekasından kaynaklanması mümkün
olmayan son derece ince planlanmış bir yanıltma taktiğidir. Düşmanlardan yuvayı
korumak için başvurulan en yaygın yöntemlerden bir diğeri de yuvayı kuru
yaprakların ya da dikenli bir ağaçlığın içine gizlemektir. Bazı türler de, bir
kovuğun içinde anne ve yumurtaları varken, onları korumak amacıyla ya bu
kovukların girişini çamurla kapatır ya da salgılarını ve toprağı karıştırarak
oluşturdukları sıvayı kullanıp, girişe kare şeklinde bir duvar örerler.
Birçok kuş türü, bitki liflerini,
ot ve çalı-çırpı gibi malzemeleri örerek, yavrularının rahat büyümeleri için
çok sağlam ve hayli ilginç yuvalar yapar. İlk kez yavrulayacak olan genç bir
kuş, bir yuvanın nasıl yapıldığını o güne kadar hiç görmediği halde, daha ilk
denemesinde kusursuz bir yuva inşa edebilir.
Kuşkusuz tüm bunlar söz konusu
canlıların kendi başlarına sahip olabilecekleri yetenekler değildir. Öyle ise kuşlara ve diğer canlılara kusursuz
denilebilecek yuvaları inşa ettiren güç nedir? Canlılar sahip oldukları bu
yetenekleri nasıl kazanırlar?
Canlıların bu yetenekleri hakkında
dikkat edilmesi gereken bir detay daha vardır: Her canlı doğduğu andan itibaren
kendi türünün kullandığı yuvanın kurulması ile ilgili tüm bilgilere sahiptir.
Bir hayvan türü, dünyanın neresinde olursa olsun yuvasını aynı şekilde inşa
eder. Bu, canlıların yuvalarını inşa etme yöntemlerini rastgele elde
etmediklerinin, bu bilgilerin ve yeteneklerin tümünün hayvanlara tek bir güç
tarafından verildiğinin açık delillerindendir. Onlara bu bilgileri ilham eden
ve onları üstün yeteneklerle birlikte var eden sonsuz ilim ve güç sahibi
Allah'tır.
Hayvanların yuvaları incelendiğinde
görülen mimari üstünlüklerin yanı sıra, anne ve babanın yuva yapımı için
gösterdikleri olağanüstü fedakarlıklar da dikkate değerdir. Örneğin kuşlar
yavruları için yuvaları büyük bir özenle hazırlarken, kendilerine daha sıradan
yuvalar inşa ederler.28 Yuvaların yapım
aşamaları düşünüldüğünde ise bu hayvanların ne kadar büyük zahmetlerle bu
yuvaları inşa ettikleri, ne kadar çok enerji harcadıkları ve nasıl bir özveride
bulundukları daha iyi anlaşılacaktır. Bir kuşun, inşa ettiği en sıradan yuva
için bile yüzlerce kez uçuş yaparak çalı çırpı toplaması gerekir. Çünkü
gagasında her seferinde sadece bir veya iki parça taşıyabilir. Ancak bu durum
kuşu yıldırmaz ve büyük bir sabırla gerekli malzemeyi taşımaya devam eder. Bu
esnada asla bıkıp usanmaz, malzemeyi yorulduğu için eksik tutmaz, hiçbir detay
için üşenmez.
Darwin'in doğal seleksiyon
iddiasına göre bu canlıların sadece kendilerini düşünmeleri gerekirdi. Eğer
güçlülerin yaşayabildiği, amansız bir mücadelenin sürdürüldüğü bir ortam olsa,
bu canlılar güçsüz canlıları yaşatabilmek için kendilerini neredeyse
"perişan edecek" kadar çabalarlar mı? Veya daha bu güçsüz canlılar
dünyaya gelmeden onlar için en güvenlikli ortamı hazırlamalarının açıklaması ne
olabilir? Bu soruların hiçbirine ne Darwin'in doğal seleksiyon tezi, ne evrim
teorisi, ne de ateist herhangi bir düşünce cevap veremez. Bu soruların tek ve
açık bir cevabı vardır; bu canlılara fedakarlık, sabır, sebat, çalışkanlık,
azim gibi özellikleri veren Allah'tır.
Allah onlara bu duyguları ilham eder ki, güçsüz olanlar güçlü olanlar
tarafından korunsun, doğadaki denge devam etsin, bu canlıların nesilleri
kendileri için belirlenen zamana dek yok olmasın ve insanlar için Allah'ın
sanatının, gücünün, ilminin, yaratmadaki üstünlüğünün canlı birer delili
olsunlar.
İlerleyen sayfalarda mimarlık ve
dekorasyon yetenekleri ile tanınan bazı canlılardan örnekler verilecektir.
Özellikle kuş yumurtaları ve yavruları, bir yuvada korunmaya en çok muhtaç olan
canlılardandır. Bu nedenle Allah kuşlara tam ihtiyaçlarına uygun yuvalar
yapmalarını ilham eder.
Kuşlar Muhteşem
Yuvalarını Nasıl Yaparlar?
Kuşlar, yuva yapma konusunda en
usta canlılar olarak bilinirler. Kuş türlerinin kendilerine özgü yuva
teknikleri vardır ve hiç şaşırmadan bu kusursuz yapıları inşa ederler.
Kuşların yuva inşa etmelerinin en
önemli nedeni, yumurtalarının ve daha sonra bu yumurtadan çıkan yavruların son
derece savunmasız olmalarıdır. Özellikle anne kuş yavruları için avlanmaya
gittiğinde yavrular tamamen savunmasız kalırlar. Ancak ağaç tepelerine,
ağaçlardaki oyuklara, yamaçlara veya otların arasına büyük bir ustalıkla
gizlenen yuvalar, bu yavrular için önemli bir sığınak görevi görürler.
Kuş yuvalarının bir özelliği de
yavruları soğuktan korumalarıdır. Yavrular tüysüz doğarlar ve aynı zamanda pek
hareket edemedikleri için kaslarını hiç çalıştıramazlar. Bu nedenle yavruların
donmamaları için soğuktan izole edilmiş yuvalara ihtiyaçları vardır. Özellikle
"örgü yuvalar", yapıları itibariyle bu sıcaklığı yavrulara
sağlayabilirler. Bu yuvaların yapımı ise oldukça detaylı ve zordur. Dişi kuş
yuvayı çok uzun bir sürede büyük bir itinayla örerek oluşturur. Aynı zamanda,
yuvanın içini tüy, lif ve kıllarla doldurur, böylece yuvanın izolasyonunu
arttırmış olur.29
Her türden yuva için malzeme temini
son derece önemlidir. Kuşlar gün boyunca yapacakları inşaat için gerekli
malzemeyi toplarlar. Kuşların gagaları ve ayakları çeşitli malzemeleri taşımak
ve kullanmak için özel tasarlanmıştır.
Yuvanın kuruluşu dişiye aittir ama yuvanın kurulacağı bölgeyi erkek seçer.
Kuşlar bu mimari şaheserleri çamur,
yaprak, sarmaşık, tüy ve kağıt gibi maddelerden yararlanarak yaparlar. Kuş
yuvalarının özellikleri, kullandıkları malzemelere ve yapıcıların uyguladığı
tekniklere bağlıdır. Yuvalar, kullanılacak olan malzemenin elastikiyeti,
dayanıklılığı ve sertliği göz önünde bulundurularak yapılır. Malzeme,
sıkıştırmaya ya da gerilmeye elverişli olmalıdır. Ayrıca değişik türden
malzemelerin birlikte kullanılması, yapının sahip olduğu koruyucu özellikleri
artırır. Sözgelimi çamurla bitki liflerini karıştırmak yuvadaki çatlakların
yayılmasını önler.
Kuşlar topladıkları malzemelerle
önce inşaatın harcını oluştururlar. Bu şekilde yuva yapan kuşlardan biri uçurum
kırlangıçlarıdır. Uçurum kırlangıçları yuvalarını uçurum kenarlarına, bina veya
avlu duvarlarına çimento ile yapıştırırlar. Bu çimentoyu elde ediş yöntemleri
ise oldukça pratiktir. Gagalarıyla çamur veya kil parçaları toplarlar ve bu
malzemeleri inşaat alanına taşırlar. Çamuru yapışkanımsı salyalarıyla
karıştırıp, uçurumun yüzeyine sürerler ve üstünde yuvarlak bir açıklık
bırakarak düzgün bir çömlek şeklinde biçim verirler. Çömleğin içini çim, yosun
ve tüyle doldururlar. Bu yuvaları çoğunlukla sarkan bir kaya çıkıntısının altına
inşa ederler ki, yağmur yağdığında çamuru yumuşatmasın ve yuvayı yıkmasın.30
Bazı Güney Afrika kuşları
(Anthoscopus) ise, iki bölüme ayrılmış olan özel yuvalar kurarlar. Bu yuvalarda
kuluçka odasının asıl girişi gizlenmiştir. Yuvanın diğer girişi ise ortada bir
yerdedir. Bu ayrıntı, avcı hayvanlar için hazırlanmış olan bir aldatmacadır.31
Bunun yanı sıra Amerikan
sarıasmagiller cinsinden bir tür kuş, yuvasını yabanarısı topluluklarının
yanına kurar. Çünkü bu arılar, yılanları, maymunları, siyah papağanları ve
özellikle de bu kuşlar için ölümcül tehlikesi olan bir tür sineği, kendi
yuvalarının yanına yaklaştırmazlar.32 Sarıasmagil kuşu da bu sayede yavrularını bu
tehlikelere karşı korumuş olur.
Terzi Kuşlarının
"Diktikleri" Yuvaları
Hindistan terzi kuşunun gagası bir
dikiş iğnesi gibidir. İplik olarak kullanmak üzere örümcek ağından ipek,
tohumlardan pamuk ve ağaç kabuklarından da lif elde eder. Halen bir ağaca bağlı
olup gelişmekte olan yaprakları seçer ve kenarları üstüste gelecek şekilde bu
yaprakları çekerek şekle sokar. Bunun ardından sivri gagasıyla her bir yaprağın
kenarına bir delik açar. Topladığı örümcek ağı veya bitki liflerini bir
terzinin iğne iplik kullanması gibi gagasıyla deliklerden geçirir ve
düşmelerini engellemek için her ilmiği düğümler. Aynı işlemi diğer uçta da
yaparak iki yaprağı birbirine "dikmiş" olur. Bir çift yaprağı ya da
tek bir yaprağı kendi etrafında döndürmek için yarım düzine kadar düğüme
ihtiyaç olabilir. Daha sonra kuş bu keseyi çimlerle doldurup döşer.33 Ayrıca bu yapraklarla kaplı kesenin içinde,
dişisinin yumurtalarını koyacağı gizli bir yuva daha diker.34
Dokumacı Kuşlar:
Dokumacı kuşların yuvaları, bugün
kuş bilimciler ve diğer doğa bilimciler tarafından, kuşların yaptığı en ilginç
yapılar olarak gösterilmektedir. Bu kuşlar, doğada buldukları bitki liflerini
ve ip olarak kullanabilecekleri her türlü uzun bitki sapını "dokuma"
şeklinde örerek kendilerine çok sağlam yuvalar inşa ederler.
Dokumacı kuş ilk iş olarak
kullanacağı malzemeyi toplar. Yeşil ve taze yapraklardan kendine ince uzun
şeritler keser veya yaprakların orta damarlarını alır. Özellikle taze
yaprakları seçmesinin ise bir nedeni vardır: kuru yapraklardan alacağı
malzemeyi kontrol edebilmesi ve bunları dokumada kullanması çok zordur, ancak
taze yaprak lifleri ile bu işlemler çok kolay gerçekleşir. Kuş öncelikle
çatallı bir dala, bir yapraktan kopardığı uzun bir lifin ucunu sararak işe başlar. Bir ayağı ile
lifin ucunu dalın üzerinde tutarken, diğer ucunu gagasıyla idare eder. Liflerin
düşmelerini engellemek için onları düğüm atarak birbirlerine bağlar. İlk olarak
bir çember oluşturur; bu yuvasının girişidir. Daha sonra ise gagasını mekik
gibi kullanarak yaprak liflerini diğer liflerin üzerinden ve altından sırayla
geçirir. Dokuma işlemi sırasında her lifin
ne kadar çekilmesi gerektiğini de hesaplayabilmelidir. Çünkü eğer
dokuması gevşek olursa yuva hemen çöker. Ayrıca yuvanın son halini zihninde
canlandırabilmelidir ki, duvarların ne zaman kavisleneceğine veya dışarı doğru
çıkıntı verileceğine karar versin.
Girişi dokuduktan sonra yuvanın
duvarlarını dokumaya başlar. Bunun için baş aşağı durur ve içeriden çalışmaya
devam eder. Gagasıyla bir lifi diğerinin altına sokar ve sonra hassas bir
şekilde dışarıda kalan ucunu tutar ve sıkıca çeker. Böylece son derece muntazam
bir dokuma oluşturur.36
Görüldüğü gibi dokumacı kuş
yuvasını yaparken hep birkaç aşama sonrasını hesaplayarak hareket etmektedir.
Önce yuvası için en uygun malzemeyi toplar, yuvayı dokumaya rastgele bir yerden
başlamaz. Önce girişi oluşturur ve oradan duvarlara devam eder. Nerede kavis
vereceğini, nereyi genişleteceğini çok iyi bilir. Üstelik bunları yaparken son
derece ustaca, akılcı ve yetenekli tavırlar sergiler, davranışlarında hiçbir acemilik belirtisi görülmez. Aynı anda iki işi yapabilecek kadar
(bir yandan ayağı ile düşmemesi için yaprak lifini tutup diğer yandan lifin
öbür ucunu gagasıyla idare eder) yeteneklidir. Hiçbir hareketi rastgele değil,
aksine oldukça şuurlu ve amaca yöneliktir.
Dokumacı kuşların başka bir türü
ise, yağmurun etkisini göz önünde bulundurarak "tavanı akmayan" çok
sağlam bir yuva inşa eder. Bu kuş, çevreden topladığı bitki liflerini, ağzında
bulunan bir salgıyla karıştırarak özel bir harç imal eder. Bu salgı bitki
liflerine esneklik ve su geçirmeme özelliği kazandırır ve böylece yuva için
mükemmel bir sıva malzemesi oluşur.
Yuva tamamlanana kadar geçen süre
içerisinde bu işlemleri defalarca tekrar eden dokumacı kuşların gösterdikleri
bu becerileri, tesadüfen, bilinçsizce kazandıklarını iddia etmek hiç kuşkusuz
ki imkansızdır. Bu kuşlar evlerinin yapımında -hiç zorlanmadan- aynı anda bir
mimar, bir inşaat mühendisi ve bir şantiye ustası gibi çalışırlar.
İlginç yuvalar inşa eden kuşların başka bir
örneği de Afrika'da yaşayan dokumacı kuş türlerinden biridir. Bu kuşlar,
apartman gibi bölmelere ayrılmış, çok karmaşık yuvalar yaparlar. Bu yuvaların
yüksekliği 3 m'yi, genişliği ise 4,5 m.'yi bulur ve içinde yaklaşık 200 çift
kuşu barındırabilir.37
Basit bir yuva yapmak varken, bu
kuşlar neden hep zor ve daha zahmetli olanını tercih ederler? Bu kuşların,
kendi başlarına, bu derece karmaşık yapılara sahip yuvalar inşa etmeleri
tesadüflerle açıklanabilir mi? Elbetteki açıklanamaz. Doğadaki her canlı gibi,
bu kuşlar da Allah'ın ilhamı ile hareket ederler.
Kırlangıç
yuvaları:
Bazı kuşlar yuvalarını yerin altına
gizlerler. Örneğin kıyı kırlangıçları nehir veya sahil şeridi boyunca, dik
toprak setlerinin yanlarında uzun tüneller kazarlar. Tünelleri yukarı eğimli
olarak açarlar ve bu sayede yağmur yağdığında yuvalarını sel basmaz. Her
tünelin sonunda da çim ve tüylerle kaplanmış küçük birer odacık bulunur.
Güney Amerika'da yaşayan bulut
kırlangıçları yuvalarını şelalelerin arkasındaki kayalıklarda kurarlar. Ancak
şelalenin arkasına geçmek bir kuş için neredeyse imkansızdır. Örneğin yırtıcı
kuşlar, balıkçıllar, martı veya karga gibi kuşlar şelaleyi yararak arka
tarafına geçemezler. Aslında, hızla akan tonlarca suyun içinden geçmeye çalışan
bir kuşun havada parçalanması beklenir. Ancak, bu kırlangıçlar çok küçüktürler
ve o kadar hızlı uçarlar ki, şelaleyi bir ok gibi keserek arka tarafına
geçebilirler. Burası, bu kuşlar ve yumurtaları için son derece güvenlikli bir
yerdir, çünkü onlardan başka hiçbir canlı şelalenin arka tarafına geçmeye
çalışmaz.
Ancak bu kırlangıçların yuvaları
için malzeme toplama konusunda bir sorunları vardır. Ayakları o kadar küçüktür
ki, diğer kuşlar gibi yere konup ayakları ile malzemeleri kavrayamazlar. Bunun
yerine havada uçan tüy, kuru ot gibi bazı malzemeleri yakalarlar ve bunları
yapışkan salyaları ile kayaların üzerine
yapıştırırlar.38
Hint Okyanusu kıyılarında yaşayan bir
kırlangıç türünün üyeleri ise yuvalarını mağaraların içine yaparlar. Bu mağaraların girişleri her
dalga geldiğinde tamamen kapanır. Bu nedenle mağaraya girmeden önce, köpüklü
dalgalar üzerinde, dalgaların geri çekilmesini bekleyerek, fazla hareket
etmeden uçarlar ve dalga çekilip mağaranın ağzı açıldığında içeri uçarlar.
Kırlangıçlar, yuvalarını kurmadan önce, suyun mağara duvarında bıraktığı izlere
bakarak, suyun ulaştığı en yüksek seviyeyi tespit ederler. Ve yuvalarını bu
seviyenin üstünde bir yere kurarlar.39
Afrika'da yaşayan uzun bacaklı
sekreter kuşları ise yuvalarını yüksek ve dikenli ağaçların ortasına kurarak
düşmanlarından korunurlar. Amerika'nın güneybatısında yuva kuran ağaçkakanlar,
dev kaktüs bitkilerinin dikenli gövdesinde yuva deliği açarlar. Bataklık
çalıkuşları ise tuzak yuvalar hazırlarlar. Dişi çalıkuşu, yavruları için bir
yuva hazırlarken, erkek çalıkuşu bataklığın çevresinde hızla koşarak, asıl yuvadan
dikkati başka yönlere çekecek çeşitli tuzak yuvalar inşa eder.40
Albatros
Kuşlarının Yuvaları:
Yeni doğan küçük yavrulara olan
düşkünlük, hemen her cins kuşta görülmektedir. Bunlardan biri de albatros
kuşlarıdır. Albatroslar, her zaman kendi doğdukları yerde çiftleşirler. Bu
nedenle üreme zamanlarında koloniler halinde toplanırlar. Dişiler gelmeden
haftalar önce, erkekler gelip burada daha önceden bulunan yuvaları tamir
ederler; bu sayede dişiler ve yavrular için mükemmel bir konfor sağlamış olurlar.
Yumurtalara olan düşkünlük ise albatros kuşlarında hayli dikkat çekicidir.
Çünkü albatroslar, özenle hazırlanan yuva içerisinde yumurtaların üzerinde hiç kımıldamadan
yaklaşık 50 gün boyunca dururlar.
Ancak yavrulara karşı gösterilen
özen sadece yumurtaların korunması ve bakımı ile sınırlı kalmaz. Nitekim
albatroslar çoğu zaman yalnızca yavrularına yiyecek bulabilmek için gerekirse
bir seferde 1,5 kilometreden fazla yol
katedebilirler.41
Boynuzlu Kuşların
Yuvaları:
Üreme mevsimi boynuzlu kuşlar için
yoğun bir faaliyetin başlangıcıdır. Bu dönemde, yavruların sağlıklı doğup
büyümeleri için erkek ve dişi boynuzlu kuşlar, kendilerinden beklenmeyen bir
performans gösterirler. Bunun için yapılacak ilk iş, dişiye ve doğacak olan
yavrulara güvenli bir yuva kurmaktır.
İşe, erkek boynuzlu kuş başlar ve
yuva yapmak için ağacın üzerinde bir delik bulur. Dişi olanı bu deliğin içine
girer ve erkek de deliğin girişini çamurla kapatır. Yalnız bu yuvanın yapımında
çok önemli bir ayrıntı vardır. Erkek boynuzlu kuş, dişi ile yavruların
güvenliğini sağlamak ve onları dışarıdan gelebilecek hayati tehlikelere,
özellikle yılanlara karşı korumak için çamurla kapadığı bu delikte, küçük bir
pencere bırakır. Dişi yumurtaların üzerinde üç ay boyunca yatar ve kapalı
olduğu yuvasından bir kez bile çıkmaz. Bu nedenle erkek boynuzlu kuş, eşi için
yiyecek bulur ve ona bu delikten yiyecek verir. Yavrular doğduğunda onları
da yine bu delikten besler.42 Her iki
kuş da yavruları için son derece sabırlı ve özverili davranırlar. Dişi kuş üç
ay boyunca ancak kendisinin sığabildiği kadar küçük bir delikte hiç
kıpırdamadan yumurtalarının üzerinde otururken, erkek kuş onları asla kendi
hallerine bırakmaz.
Şimdiye kadar anlatılan örneklerde
de görüldüğü gibi her kuş türünün kendine özgü bir yuva inşa etme tekniği
vardır. Ve bu tekniklerin her biri bilinci, aklı ve düşünme yeteneği olmayan
bir hayvandan beklenemeyecek kadar karmaşıktır; her biri bir tasarım ve plan
gerektirir.
Bir düşünelim: karşımızda bilinci
ve aklı olmayan, şefkat, merhamet veya fedakarlık gibi erdemleri planlı olarak
gösterecek akıl ve iradeden yoksun canlılar vardır. Ama aynı zamanda bu
canlılarda akıl, bilinç, plan ve tasarım ürünü eserler, son derece şefkatli ve
fedakarca davranışlar açıkça görülür. Öyle ise bu davranışların ve eserlerin
kaynağı nedir? Bu canlılar bu davranışları kendi iradeleri ile yapma
yeteneğinden yoksunsalar, demek ki bunları onlara yaptıran, bunları onlara
öğreten bir "güç" olmalıdır.
İşte bu güç yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah'a aittir.
Farklı Canlıların
İnşa Ettikleri
Yuvalar: Bombus
Arıları
Bombus arılarının yuva yapımında
gösterdikleri fedakarlık da bir hayli ilginçtir. Genç kraliçe arı, yumurtlama
işlemine az bir süre kala koloni oluşturmak için uygun bir yer aramaya başlar.
Yer bulduktan sonra ise sıra, yuvanın yapımı için gerekli olan tüy, ot ve
yaprak gibi malzemelerin bulunmasına gelir.
İlk olarak yuvanın ortasına, tenis
topu büyüklüğünde bir odacık yapar. Bu odacık, çevreden toplanan malzemelerin
birbirine bağlanmasıyla oluşturulur. Sıra, yuvaya besin sağlanmasına gelmiştir.
Kraliçe dışarıya çıkar çıkmaz, yuva üzerinde daireler çizerek havada dönmeye
başlar. Bu sırada yönü daima yuvasına dönüktür. Böylece yuvasının yerini
ezberlemiş olur. Balözü ya da çiçek tozları toplayarak yeteri kadar besini
olduğuna inandığında yuvasına geri döner ve bunları odanın ortasına boşaltır.
Balözünün besin olarak
kullanılmayan kısmını atmaz. Bunları kurutarak odanın yapıldığı malzemenin
birbirine yapışmasında ve aynı zamanda buranın izolasyonunda kullanır.
Balözüyle beslenen kraliçe bir süre sonra balmumu salgılamaya başlar. Topladığı
çiçek tozlarından küçük topakçıklar yapar ve üzerlerine, ilk işçileri
oluşturacak bireylerin gelişeceği 8 ya da 16 yumurta bırakır. Yumurtalarının çevresini
çiçek tozları ile sıkıca kapatır.
Yeni yumurtalar topakçıkların
üzerine gelişigüzel değil, son derece itinalı bir şekilde ve belli bir simetri
ile bırakılır. Ancak yavruların doğması kadar doğduktan sonra beslenebilmeleri
de önemlidir. Bu nedenle genç kraliçe, balmumundan bal çanakları yaparak,
bunların içerisini balözleriyle doldurur. Yavrular 4-5 gün süren bir kuluçka
döneminden sonra yumurtadan çıktıklarında, kendileri için hazırlanmış olan
çiçek tozu ve balözüyle beslenmeye başlarlar.
Dikkat edilirse balözlerini aynı
bir inşaat işçisi gibi kullanan, aynı zamanda da koloniyi oluşturacak genç
bireylerin sağlıklı büyümesini ve yaşamasını sağlayan, akıl ve şuur sahibi bir
canlı değildir; boyu birkaç cm.'yi aşmayan küçük bir arıdır. Bu durumda akla ilk
gelen soru, kraliçe arının neden böylesine büyük bir fedakarlığa katlandığıdır.
Çünkü kraliçe arının, yeni doğan yavruları besledikten sonra kazanacağı
herhangi bir şey yoktur. Üstelik yerine yeni bir kraliçe geldiğinde, büyük bir
fedakarlığa katlanarak oluşturduğu kolonisinden de ayrılmak zorundadır. O halde
bu derece özveri göstermesinin ve yeni nesilleri oluşturmak için hummalı bir
çalışma içerisine girmesinin tek bir nedeni vardır: Tüm canlılar gibi bombus
arıları da, ancak Allah'ın ilhamı sonucu bu özveriyi göstermekte ve yeni
nesiller oluşturmaktadırlar. Yani evrimcilerin iddia ettiği gibi doğadaki
canlılar bencilce bir hayatta kalma tutkusuna sahip değillerdir.43
Kutup Ayılarının
Buzdan Sığınakları
Antarktika'nın soğuk ikliminde
yaşayan dişi kutup ayıları, eğer hamilelerse veya yavruları varsa kendilerine
kar yığınlarının altında yuva yaparlar. Aksi takdirde yuvada yaşamazlar. Yavrular genellikle kış ortasında doğarlar.
İlk doğduklarında tüysüz, kör ve çok küçüktürler. Kış ortasında doğan bu son derece
savunmasız ve bakıma muhtaç yavruların yaşayabilmeleri için bir yuvalarının
olması şarttır.
Tipik bir yuva, 2 metre
uzunluğundaki bir tünelle, çapı yaklaşık yarım metre olan yuvarlak bir
alandan oluşur. Yüksekliği de yaklaşık
yarım metre kadardır. Ancak burası, sıradan ve basit birkaç işlem ile yapılmış
bir barınak değildir. Her yerin kar ve buzla kaplı olduğu böyle bir ortamda kar
yığınlarının altı, son derece profesyonel bir şekilde kazılmış ve yavruların
yaşamı için gerekli olan önemli detaylar göz önünde bulundurulmuştur.
Bu yuvaların genellikle birden
fazla odası vardır ve kutup ayıları bu odaları yuvanın girişinden daha yüksek
seviyede hazırlarlar. Böylece odalardaki sıcak havanın girişten dışarı çıkması
engellenmiş olur.
Yuvanın üzerine ve girişine kış
boyunca kar yığılır. Kutup ayısı ise bu kar yığınının içinde sadece hava
girecek kadar dar bir kanalı açık bırakır.44
Anne ayı barınağının tavanını kimi
zaman 75 cm'den başlamak üzere 2 m'ye kadar varan bir kalınlıkta inşa eder.
Tavanın kalınlığı iyi bir yalıtkan görevi görür. Yani yuvadaki mevcut olan
ısıyı korur. Yuvadaki sıcaklık da bu sayede sabitlenmiş olur.45
Norveç Oslo Üniversitesi'nden
araştırmacı Paul Watts, bu yuvalardan birinin tavanına bir cihaz yerleştirerek
ısıyı dikkatlice ölçmüş ve hayli ilginç bir durumla karşılaşmıştır. Bu uzun
çalışma esnasında dışarıdaki ısı -30 dereceye kadar düşerken, yuva içindeki ısı
2 ya da 3 derecenin altına hiç düşmemiştir. Anne ayının karın kalınlığına göre
değişen yalıtım özelliğini nasıl bilebildiği ise, bilimadamları tarafından
hayli merak konusu olmuştur. Bu ılık ve
korumalı ortamda anne ayı enerji depolar
ve vücudundaki yağ rezervlerini de kış uykusu dönemine göre ayarlar.
Ancak bunlardan çok daha ilginç bir
durum söz konusudur. Anne ayı kış uykusuna girdiği bu dönemde hiç enerji
harcamamak ve yavrularının daha iyi beslenmesini sağlamak için metabolizmasını
düşürür. 7 ay boyunca metabolizmasındaki yağı, proteine çevirir ve yavrularının
beslenmesini sağlar. Bu nedenle 7 ay boyunca kendisi hiç beslenmez. Kalp atışı
oranını dakikada 70'den 8'e kadar indirebilir ve metabolizmasını yavaşlatır. Bu
dönemde yemek yemediği gibi doğal
ihtiyaçlarını da karşılamaz. Böylelikle yavrularını doğuracağı dönemde fazla
enerji harcamamış olur.
Timsahların Yuvaları
Florida Everglades'de yaşayan dişi
timsah, yumurtaları için çok farklı bir yuva hazırlar. Önce çürümüş bitkileri
çamurla karıştırır ve bu bitkilerden yaklaşık 90 cm. yüksekliğinde bir tepecik
yapar. Tepeciğin üzerinde bir çukur oluşturur ve bu çukurun içine birkaç düzine
olan yumurtalarını yerleştirir. Yumurtaların üzerini ise yine topladığı
bitkilerle örter. Sonra yumurtaları için tehlike oluşturabilecek hayvanlara
karşı yuvayı gözetlemeye başlar. Yumurtalar çatlamak üzereyken yavrularının
seslerini duyan timsah, yuvanın üzerindeki bitkilerden oluşan örtüyü kaldırır. Yavrular hızla yukarı doğru
tırmanırlar ve anne timsah yavrularını ağzına alarak onları suya kadar ağzının
içindeki kesede taşır.46
Demirci
Kurbağasının Yuvası
Amfibiyan ebeveynler arasında en
usta yuva kurucularından biri küçük Güney Afrika demirci kurbağasıdır. Yuva,
erkek kurbağa tarafından su kenarında inşa edilir. Erkek, çamurda bir delik
açana kadar daire şeklinde döner. Deliğin duvarlarını iterek genişletir. İşini
tamamladığında sağlam bir çamurdan duvarla çevrili, 10 cm. derinliğinde bir su
havuzu inşa etmiş olur.
Demirci kurbağası bu havuzda oturur
ve bir dişinin ilgisini çekene kadar burada çiftleşme çağrısında bulunur. Bu
çağrı üzerine gelen dişi kurbağa, su dolu yuvaya yumurtalarını yerleştirir;
yumurtaları erkek döller ve her ikisi de yumurtalar çatlayana kadar onları
gözlerler. Yumurtadan çıkan tetarlar duvarla çevrili, balıklardan ve
böceklerden korunmuş havuzlarında rahatlıkla yüzerler. Büyüdüklerinde ise
özenle hazırlanmış bu "çocuk odasının" duvarından tırmanarak dışarı
çıkarlar.47
Deniz Altının
Mimarları
Balıkların da yuva yaptıkları pek
bilinmez. Ancak şaşırtıcı sayıda çok tatlı su balığı, gölcüklerin, göllerin
veya ırmakların dibinde yuvalar kurarlar. Bu yuvalar genellikle çakılların veya
kumun içinde açılan bir çukur şeklindedir. Örneğin som balıkları ve alabalıklar
yumurtalarını bu açtıkları çukura koyduktan sonra çukuru kapatırlar ve
yumurtaları kendi kendilerine çatlamaya bırakırlar. Yumurtalar açık bir yuvada savunmasız
kaldıklarında ise, ebeveynlerden biri veya ikisi nöbet tutar. Birçok balık
türünde yuvanın yapılmasını ve yumurtaları gözetlemeyi erkek tek başına
üstlenir.
Balıkların bazılarının yuvaları ise
daha kapsamlıdır. Kuzey Amerika ve Avrupa boyunca gölcük ve nehirlerde bulunan
erkek dikenli balıklar, birçok kuşunkinden çok daha özenle hazırlanmış yuvalar
yaparlar. Bu balık türü, su bitkilerinin parçalarını toplar, böbreklerinden
salgılanan yapışkan bir sıvıyı fışkırtarak bitki parçalarını birbirlerine
yapıştırır. Yuvaya uzun düzgün bir yığın biçimi vermek için çevresinde
sürtünerek yüzer. Sonra bu yığının ortasından hızla geçerek, ön ve arka girişi
olan ve arasından suyun aktığı bir tünel oluşturur. Bir dişi yuva alanına
girdiğinde, dikenli balık zikzak şeklinde bir kur dansı yapar. Dişiyi tünel
şeklindeki yuvasına götürür ve burnuyla yuvanın girişini işaret eder. Dişi
yumurtalarını bıraktıktan sonra erkek yumurtaları döllemek için yuvanın ön
girişinden içeri girerken, dişiyi arka çıkıştan dışarı iter. Yuva birkaç dişi
tarafından yumurtayla doldurulduğunda erkek nöbet tutar ve tünelin içine tatlı
su akışını sağlar. Ayrıca yuvanın kırılıp giden bölümlerini onarır. Yumurtalar
çatladıktan sonra, birkaç gün daha nöbet
tutmaya devam eder. Daha sonra alt kısmını
yavru dikenli balıklar için "çocuk odası" olarak bırakarak, yuvanın
tepesini koparır.48
Hayvanlar Bunları
Nasıl Başarırlar?
Bir düşünün; mimarlık bilgisi
olmayan, hayatında hiç inşaat yapımında çalışmamış biri ortada ne malzeme, ne
inşaatı nasıl yapacağını anlatan biri, ne de inşaatın planı yokken, kendi
kendine kusursuz bir bina inşa edebilir mi? Elbette ki hayır. İnsan bilinçli ve
akıl sahibi bir varlık olmasına rağmen ondan böyle bir şeyi beklemek çok
zordur.
Peki insandan bile beklenmeyen bu
zeka ve yetenek gerektiren davranış, hayvanlardan beklenebilir mi? Önceki sayfalarda
örnekleri verilen hayvanların birçoğu değil bir beyne, gelişmiş bir sinir
sistemine bile sahip değildirler. Ancak yuvalarını inşa ederken plan ve
hesaplar yaparlar, fizik kurallarını uygularlar, dokumacılık veya terzilik gibi
yetenek gerektiren teknikleri
kullanırlar. Üstelik bu hayvanlar kendilerinin ve yavrularının ihtiyaçlarını en
pratik şekilde çözümlerler. En doğal ve ulaşılabilir yollardan kendilerine
harç hazırlar, yapılarının izolasyonunu
yine en kolay malzemelerden sağlarlar.
Peki bir kuş veya bir kutup ayısı izolasyonun ne anlama geldiğini bilebilir mi?
Veya yuvasını ısıtması gerektiğini akledebilir mi? Bu özelliklerin hiçbirinin
bu hayvanlardan kaynaklanmayacağı açıktır. O halde bu canlılar tüm bu
yeteneklere nasıl sahip olurlar?
Ayrıca bu canlılar yuvaları inşa
ederken büyük bir özveri ve sabırla çalışırlar. Çoğu zaman ise bu yuvalarda
kendileri değil, sadece yavruları yaşar.
Bu canlıların davranışlarında
görülen aklın, bilginin ve özverinin kaynağının tek açıklaması vardır; bunların
tümü, bu hayvanlara Allah tarafından ilham edilen özelliklerdir. Allah, hayvan
türlerinin neslinin devam etmesi için bu canlıları fedakar ve çalışkan olarak
yaratmış, onlara korunma, avlanma, beslenme, üreme yöntemlerini ayrı ayrı ilham
etmiştir. Onlara yuvalarını inşa ettiren, kusursuz planlar yaptıran, onları
koruyan ve barındıran sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah'tır.
Evrimcilerin iddia ettiği gibi ne "tabiat ana" ne de tesadüfler bu
canlıları son derece karmaşık yuvaları inşa etmeleri için programlayamaz. Tüm
canlılar Yaratıcıları'nın ilhamına uydukları için kendilerinden kesinlikle
beklenmeyecek davranışlar sergilerler.
Allah, Kuran'da "Dağlarda,
ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin." (Nahl
Suresi, 68) ayeti ile balarısına
yuvasının yerini ilham ettiğini bildirmiştir. Balarısında olduğu gibi
canlıların tamamına yuvalarının yerini, inşaat tekniğini, kullanacağı
malzemeleri Allah ilham etmektedir.
Soyun Devamı ve
Yavruları Korumak Uğruna
Gösterilen
Fedakarlıklar
Birçok hayvan türü üreyebilmek,
yumurtalarını veya yavrularını koruyabilmek için büyük fedakarlıklarda bulunur
ve zorluklara katlanır. Hatta kimi zaman bu uğurda "ölümü göze alan"
canlılar vardır. Yumurtlamak için kilometrelerce uzağa göç edenler, çok detaylı
ve uğraşılı yuvalar inşa edenler, çiftleşme veya yumurtlama sonrası ölenler,
yumurtalarını haftalarca ağızlarında taşıyıp bu esnada beslenemeyenler,
yumurtalarının başında haftalarca nöbet
bekleyenler…
Aslında bu fedakarlıkların her biri
önemli bir amaca hizmet etmektedir: Canlı türlerinin soylarının devamı… Zayıf
ve güçsüz yavrular ancak yetişkin ve güçlü olanlar tarafından bakılıp
korunurlarsa hayatta kalabilirler. Doğduğu anda terk edilen bir ceylanın veya
herhangi bir yere bırakılan kuş
yumurtalarının kuşkusuz kendi başlarına yaşama şansı hemen hemen yok gibidir.
Ancak canlılar, hiçbir üşengeçlik, bıkkınlık ya da çekimserlik göstermeden bu
güçsüz yavruların bütün sorumluluğunu üzerlerine alırlar. Her biri Allah'ın
kendilerine ilham ettiği görevlerini eksiksizce yerine getirir.
İlginç olan bir diğer nokta da
şudur: Yavrularına ve yumurtalarına en itinalı bakımı ve korumayı gösteren
canlılar, en az üreyen canlılardır. Örneğin kuşlar her yıl az sayıda yumurta
üretirler ve bu yumurtalarını büyük bir titizlikle korurlar. Aynı şekilde
memeli hayvanlar da genellikle bir veya iki yavru sahibi olurlar ve çok uzun
süre yavrularının bakımını ve korunmasını üstlenirler. Ancak bir kerede
binlerce yumurta bırakan bazı balıklar veya böcekler, veya her yıl birkaç kez
çok sayıda yavrulayan fareler gibi bazı canlılar ise yumurtalarına veya
yavrularına aynı itinayı göstermezler. Ancak çok sayıda oldukları için
bunlardan bir bölümünün yaşaması bile neslin devamı için yeterlidir. Aksi
takdirde ise, yani çok fazla yavrulayanların her yavruyu büyük özverilerle
yaşatması durumunda, dünyanın ekolojik dengesinde önemli bozulmalar olabilirdi.
Örneğin çok fazla üreyen çayır fareleri için böyle bir durum söz konusu olsa,
çayır fareleri tüm dünyayı istila edecek kadar fazla üreyebilirlerdi.49 Kuşkusuz ekolojik dengenin korunmasında önemli
bir faktör olan üremenin, bu canlılar tarafından denetlenmesi ve bilinçli bir
şekilde kontrol altında tutularak dengelenmesi imkansızdır.
Bu canlıların hiçbiri bilinçli
varlıklar değillerdir. Dolayısıyla ne soylarının devamı için üremeleri
gerektiğini hesaplamaları, ne de ürerken doğanın dengesini düşünerek buna uygun
davranış belirlemeleri bu canlılardan beklenemez. Doğanın dengesinin bu şekilde
korunuyor olması, her bir canlının kendisine yüklenen sorumluluğu eksiksizce ve
istisna yapmadan yerine getirmesi, her birinin tek bir İradenin kontrolünde
hareket ettiğinin önemli bir göstergesidir. Doğada hiçbir canlı başıboş ve
denetimsiz değildir. Hepsi
kendilerini var eden Allah'a boyun eğmiş olarak hareket ederler.
Allah Kuran'da Kendisi'nin izni
olmadan hiçbir canlının üreyemeyeceğini, yaşayacak ve ölecek olanı da
Kendisi'nin belirlediğini şöyle haber
vermektedir:
Allah, her dişinin neyi
yüklendiğini (neye hamile kaldığını) ve döl yataklarının neyi eksiltip neyi
eklediğini bilir. O'nun katında her şey bir miktar (ölçü) iledir. (Rad Suresi,
8)
… O'nun ilmi olmaksızın, hiçbir
meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da… (Fussilet
Suresi, 47)
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler armağan eder, dilediğine de erkek
armağan eder. Veya erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz) verir. Dilediğini
kısır bırakır. Gerçekten O, bilendir, güç yetirendir. (Şura Suresi, 49-50)
Yumurtalara ve
Yavrulara Gösterilen Olağanüstü Özen
Birçok canlı yumurtalarını ve
yavrularını koruyabilmek için büyük zahmetlere katlanır; onları gizler,
kırılmamaları için özenle bir yere yerleştirir, onları ısıtır veya aşırı
sıcaklıktan korur, tehlike anında bütün yumurtalarını başka bir yere götürür,
haftalarca başında nöbet bekler, hatta ağzında taşır… Birçok kuş, balık ve
sürüngende bu fedakar ve şefkatli davranışları
görmek mümkündür.
İnsanlar için oldukça tehlikeli
olabilen piton yılanı bile yumurtalarına karşı son derece düşkün ve
koruyucudur. Dişi piton bir seferde yaklaşık 100 yumurta yumurtlar ve daha
sonra kendisini yumurtalarının üzerine sarar. Bu hareketinin amacı hava çok
sıcak olduğunda yumurtaların üzerine gölge yaparak onları serinletmek, hava
sıcaklığı çok fazla düştüğünde ise vücudunu titreterek onları ısıtmaktır.
Yumurtalarına sarılı olduğu sürece onları diğer tehlikelerden de korumuş olur.
Böylelikle hayati tehlikeler, dişi pitonun yavrularına olan bu hassasiyetiyle
ortadan kalkar.50
Yumurtalarını ağızlarında taşıyan
balıklar ise hayli ilginçtirler. Bu tür balıklar "ağızda kuluçka yapan
balıklar" olarak adlandırılırlar. Bunların
bir kısmı ise yumurtalar çatladıktan sonra da yavrularını ağızlarında
taşımaya ve korumaya devam ederler. Örneğin kedibalıkları, küçük bilye
büyüklüğündeki yumurtalarıyla ağızları dolu olarak haftalarca yüzerler. Bazen
de yumurtaları ağızlarında çalkalar ve böylelikle onlara oksijen sağlamış
olurlar. Yumurtalar çatladıktan sonra yavrular birkaç hafta daha erkek
kedibalığının ağzının içinde kalırlar. Bu süre içinde erkek kendi vücut yağı
ile yaşar ve hemen hemen hiçbir şey yemez.51
Yumurtalarını ve yavrularını
ağzında taşıyan bir diğer canlı türü ise kurbağalardır. Örneğin, Rhinoderma
kurbağası yumurtalarını içinde taşır. Çiftleşme döneminde dişiler yumurtalarını
yere bırakırlar ve erkek kurbağalar yumurtaları korumak için çevrelerinde
kalabalık yaparlar. Yumurtalar çatlamaya hazır olduklarında, içindeki tetarlar
kıpırdanmaya ve kıvranmaya başlarlar. Jelatinle-kaplı yumurtalar titredikçe her
bir erkek ileri atılır, olabildiğince fazla yumurta kaparak ağzına alır. Bu
yumurtaları ağızlarının yanlarında alışılmamış şekilde şişkin duran ses
keselerine doldururlar ve yavrular
burada gelişirler. Bir gün erkek kurbağa üst üste birkaç kez hıçkırır ve
birdenbire esner. Tümüyle gelişmiş yavru kurbağalar esneyen erkek kurbağanın
ağzından dışarı çıkar.52
Avustralya'da yaşayan bir başka
kurbağa cinsi de yumurtalarını yutar ve onları bu kez ayrı bir kesede
değil, midesinde saklar. Ancak yavrular
dış dünyadan korunurlarken, aynı zamanda mide içerisinde büyük bir tehlike ile
karşı karşıyadırlar. Çünkü bilindiği gibi mide, içindeki yumurtaları
eritebilecek güçte sıvılar salgılar. Dolayısıyla, yavruların mideye girmesiyle
mide her zamanki gibi güçlü sıvısını salgılayacak ve yavruları eritecektir.
Ancak bu duruma daha en başından tedbir alınmıştır. Dişi kurbağa yavrularını
yuttuğunda, mide özsuyunun salgılanması durur ve böylece yavruların
sindirilmesi engellenmiş olur.53
Bazı kurbağa türleri ise yavrularının
kurtuluşunu güvence altına almak için farklı yollar kullanırlar. Örneğin Pipa
kara kurbağası yumurtladıktan sonra
erkek kurbağa perdeli ayaklarıyla yumurtaları toplar ve özenle dişisinin
sırtına yerleştirir. Yumurtalar deriye yapışır. Altlarındaki deri şişmeye ve
üzerindeki yumurtalar da deriye gömülmeye başlar. Yumurtaların üzerinde ince
bir zar oluşur. 30 saat içinde yumurtalar gözden kaybolur ve dişi kurbağanın
sırtı eskisi gibi dümdüz şekle girer. Derisinin altında yumurtalar gelişir. On
beş gün sonra, dişi kurbağanın sırtı tetarların hareketleriyle kıpırdamaya
başlar. 24. günde, yavru kurbağalar deride delikler açıp dışarı çıkar ve
yüzerek, kendilerine suyun içinde gizlenebilecekleri güvenli yerler ararlar.
Avrupa'da yaşayan ebe kara
kurbağası, yaşamının büyük bölümünü karada, sudan uzakta olmayan toprak
oyuklarında geçirir. Karada çiftleşir. Dişi, yumurtalarını yere bırakınca,
erkek onları döller. Yarım saat sonra, erkek kurbağa yumurtaları ipe dizer gibi
birbirine yapıştırır ve sonra bunları arka ayaklarının üzerine de yapıştırır.
Daha sonraki birkaç hafta nereye gitse, seke seke yumurtalarını da yanında
taşır. Sonunda yani yavrular yumurtadan çıkacağı zaman suya atlar. Yumurtaların
yapışık olduğu arka ayaklarını, tüm tetarlar çıkana kadar suda tutar. Daha
sonra karadaki oyuğuna döner.54
Bu örneklerde gözden kaçırılmaması
gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. Yukarıda söz edilen kurbağaların
davranış şekilleri ile fiziksel özellikleri tam bir uyum içindedir.
Kurbağalardan birinin içinde yumurtalar için hazırlanmış özel bir kese
bulunmaktadır. Kurbağanın, içinde var olan böyle bir özellikten haberdar olması
imkansızdır. Ama sanki bu kesenin varlığından haberdarmış gibi yumurtalarını
yutar. Diğer kurbağa türü ise mide özsuyunun yumurtalarına zarar vereceğini
bilemeyecek ve bu salgıyı durdurmayı düşünemeyecek kadar düşünme ve akıl
yeteneğinden yoksun bir canlıdır. Kaldı ki böyle bir şey düşündüğünü farzetsek
bile, hiçbir canlı kendi iradesiyle midesindeki bir salgıyı durduramaz.
Diğerinin sırtı ise yumurtalarını taşıyabilmesi için benzeri olmayan bir
özelliğe sahiptir. Bu canlıların hem fiziksel özellikleri hem de davranış
şekilleri tesadüfler sonucu gelişemeyecek kadar karmaşıktır.
Bu özelliklerin her birinde bir
tasarım ve plan vardır. Çok açıktır ki, bu kurbağaların ve diğer tüm canlıların
fiziksel özellikleri ve davranışları birbiriyle son derece uyumlu olarak üstün
akıl ve ilim sahibi Allah tarafından
yaratılmışlardır. Her yavrunun üzerinde, sonsuz merhametli ve şefkatli olan
Allah'ın koruması vardır.
Allah'ın koruma ve şefkat duyguları
ilham ettiği canlılar şüphesiz burada anlatılanlarla sınırlı değildir. Örneğin
karıncalar, termitler veya arılar gibi topluluk halinde yaşayan canlılarda da
en büyük ilgi odağı yumurtalar ve larvalardır. Karıncalar, yumurta ve
larvalarını yeraltındaki yuvalarında hazırladıkları odalara yerleştirirler.
İşçi karıncalar, nem ve ısı değişikliğine göre larvaların ve yumurtaların
odalarını sık sık değiştirirler. Bu nedenle işçi karıncalar genellikle
ağızlarında taşıdıkları larvalarla odalar arasında mekik dokurlar. Eğer
yuvaları başka canlıların saldırısına uğrarsa işçi karıncalar ilk iş olarak bu
odaları boşaltırlar ve larvaları yuvanın dışında bir yerde gizlerler.55
Kuşların yumurtalarına
gösterdikleri ihtimam örnekleri ise son derece çarpıcıdır. Örneğin küçük
yağmurkuşu bir yer çukuruna 4 tane yumurta bırakır. Hava sıcaklığı çok
yükseldiğinde, göğüs tüylerini suya batırır ve geri geldiğinde ıslak olan
tüylerini yumurtalarına değdirerek onları serinletir.56
Aslında yumurtası olan canlıların
çok büyük kısmı yumurtalarının bulunduğu ortamın ısısını uygun şekilde ayarlar.
Örneğin suda yüzen yosunlardan yuva yapan dalgıç kuşları, yumurtalarının
üzerini yuvayı yaptıkları malzemeyle örterler. Bu şekilde yumurtaların bulunduğu
yerde herhangi bir sıcaklık kaybı olmaz.57
Kuğular ise yumurtalarının üzerinde
oturarak onları sıcak tutarlar. Dişi kuğu her yumurtanın eşit ısınması için
belirli aralıklarla yumurtaların üzerinden kalkarak yerini değiştirir.58
Kum kuşu ise yumurtalarını ısıtmak
için çok farklı bir teknik kullanır. Dişi kum kuşu yuvaya yumurtaları
bıraktıktan sonra yumurtaların bakımını erkek kuş üstlenir. Erkek yumurtaların
üzerine oturur ve yuvanın üstüne göğüs tüylerini döker. Böylece hayvanın
altındaki çıplak deri kanla dolar. Bu kanın sıcaklığı, üç haftadan fazla süre
kuluçkaya yatan erkeğin yumurtalarını ısıtması için yeterli olacaktır. Yavrular
yumurtadan çıktıktan sonra, erkek bir buçuk hafta daha yavrularla ilgilenir ve
sonra dişiyle görev değişimi yaparlar.59
Yuvalarda sıcaklığın ayarlanması
yumurtaların gelişimi açısından çok önemlidir ve bu önem tüm canlıların
yumurtaları için geçerlidir. Hayvanların
bu konuda hassas olmaları ve ısı ayarını yapabilmek için çeşitli yöntemler
kullanmaları oldukça ilginçtir. Çünkü bir kuşun, bir yılanın veya bir
karıncanın sıcaklığın önemi ile ilgili bilgiye sahip olması ve ardından
sıcaklığı gerekli ayarda tutmanın yöntemini kendi başına bulması imkansızdır.
Bu bilgilerin gerçek sahibi ise bu canlıların dışında bir varlıktır. Her şeyin
Yaratıcısı olan Allah, her canlıda sayısız özellik yaratarak sonsuz ilmini
"düşünen insanlara" göstermektedir.
Allah'ın ilhamı ile hareket eden bu canlılar
çoğu zaman yorulmak bilmeyen bir çaba içerisindedirler. Özellikle bazı kuşlar
art arda birkaç yuva hazırlamak zorundadırlar ve birinde bakıma muhtaç
yavruları varken diğerlerinde de kuluçkada yatmaları gerekir. Örneğin küçük
yağmurkuşu ve dalgıç kuşlarında, dişi ve erkek, günlerini ikinci yuvanın
kuluçkası ile ilk yuvadaki yavruların bakımı arasında geçirirler.
Bundan daha ilginç olanı ise, su
tavuğu ve pencere kırlangıcı türlerinde, ilk yuvadaki yavruların, ikinci yuvada
yeni doğmuş olanların büyümelerine yardımcı olmalarıdır. Birçok arı kuşu çifti
de, başka çiftlere yardım ederler. Bu tür yardımlaşmalar, kuşlar arasında çok
sık görülür.60 Canlıların sadece kendi yavrularına değil,
başka yavrulara da yardım etmeleri kuşkusuz evrim teorisi için çok daha zorlu
bir engel oluşturur. Hayvanların bu fedakarlıklarının her biri, evrim
teorisinin iddiasını temelinden sarsmaktadır. Evrimcilerin öne sürdükleri gibi
tesadüfler sonucunda oluşmuş, her canlının sadece kendisini düşündüğü bir
doğada böylesine üstün özelliklerin bulunmaması gerekir. Ancak doğada
birbirlerine yardım eden kuşlar gibi sayısız fedakarlık, yardımseverlik
örnekleri bulunmaktadır. Bu da doğanın tesadüflerin değil, üstün bir güç sahibi
olan Allah’ın eseri olduğunun açık bir delilidir.
İmparator
Penguenlerinin Benzersiz Sabrı
Yumurtalarını koruma konusunda
büyük bir azim, görülmemiş bir sabır ve şaşırtacak derecede dayanıklılık
gösteren diğer canlı türü ise imparator
penguenleridir. Antarktika'nın zorlu koşullarında yaşayan İmparator
penguenleri, Mart ve Nisan aylarında (bu Antarktika'da kışın başlangıcı
demektir) üremek ve yavrularını yetiştirebilmek için uygun olan bölgelere
birkaç kilometrelik bir yolculuk yaparlar. 25.000 kadar penguen burada biraraya
gelir ve çiftleşirler. Mayıs veya Haziran ayında dişi penguen bir yumurta yumurtlar. Çift yumurtaları için
yuva yapamaz, çünkü çevrelerinde kardan ve buzdan başka hiçbir şey
bulunmamaktadır. Ancak yumurtalarını buzun üzerine de bırakamazlar, çünkü
yumurta soğuğa dayanamayarak hemen donar. Bu nedenle imparator penguenleri
yumurtalarını ayaklarının üzerinde taşırlar.
Yumurtladıktan sonraki birkaç saat içinde, erkek dişinin yanına gelir ve
her ikisi göğüs göğüse gelecek şekilde dururlar. Böylece erkek dişiden
yumurtayı devralır. Her ikisi de yumurtayı buzun üzerinde tutmamaya özen
gösterirler. Erkek önce ayak parmaklarını yumurtanın altına sokar ve sonra
parmaklarını kaldırarak yumurtayı ayağının üzerine yuvarlar. Yumurtasını
kırmamak için de bu işlemleri son derece dikkatli ve özenli yapmak zorundadır.
Bu zorlu işlemin ardından, yumuşak tüyleri ile yumurtanın üzerini örter.
Yumurta üretmek dişi penguenin
vücudundaki besin deposunun tamamına yakınını tüketmiştir. Bu kaybını telafi
etmek için hemen yiyecek bulmaya denize geri dönmelidir. Bu yüzden kuluçkaya
erkek penguen yatar.
Ancak bu, diğer kuşlarınkinden çok
daha zorlu ve sabır gerektiren bir kuluçka dönemidir. Penguenler yumurtalarını
bir an bile ayaklarının üzerinden indiremezler. Bu nedenle hareket
kabiliyetleri yok gibidir. Sadece ayaklarını sürükleyerek birkaç metre
ilerleyebilirler. Küçük kuyruklarını üçüncü ayak gibi kullanır ve topuklarının
üzerinde durarak dinlenirler, bu esnada ayak parmaklarını yukarı doğru dikerler
ki değerli yumurtaları buza değip donmasın. Penguenin tüyleriyle örttüğü
ayakları dışarıdan 80 derece daha sıcaktır ve bu sayede yumurtası dondurucu soğuğu kesinlikle hissetmez.
Kış ilerledikçe çok şiddetli
tipiler başlar, rüzgar saatte 120-160 km hızla eser. Bu öldürücü kış
şartlarında erkek penguenler aylarca hiçbir şey yemeden ve neredeyse hiç
kıpırdamadan yavruları için benzersiz bir fedakarlıkta bulunurlar. Bu zor
koşullarda donmaktan kurtulmak için önemli bir dayanışma örneği göstererek
birbirlerine daha da yaklaşırlar. Aralarına soğuk girmesini engellemek için
gagalarını göğüslerine yapıştırırlar, böylece enseleri dümdüz olur ve birbirine
yapışan penguenler arada hiç boşluk kalmayacak şekilde tüyden bir tavan
oluştururlar. Çemberin dışında kalanlar kuzey kutbunun bütün sertliğini
göğüslemek zorundadırlar. Ancak bu çok uzun sürmez, çünkü sürekli olarak yer
değiştirirler ve dönüşümlü olarak çemberin dışına geçerler. Böylece
birbirlerini de kollamış olurlar. Hiçbiri çemberin dış kısmına geçme konusunda
çekimser davranmaz. Binlerce penguenin aralarında hiçbir çatışma çıkmadan,
aylarca, olabilecek en zor koşullarda bile birlikte yaşamaları ve dayanışma içinde
olmaları son derece ilginçtir. Bilinç ve akıl sahibi insanların bile
menfaatleriyle çatışabilecek böyle bir ortamda penguenlerin bu kadar uyumlu,
ince düşünceli ve fedakar tavırlar göstermeleri çok ender karşılaşılabilecek
bir durumdur. Tüm bu güç koşullara rağmen, penguenlerin hayatları pahasına
yumurtalarını bırakmamaları ise evrim teorisinin, "zayıfların ezilerek yok
olduğu"nu iddia ettiği doğa anlayışını tamamen yıkmaktadır. Çünkü doğa,
zayıfların ezilerek yok oldukları bir savaş meydanından çok, zayıfların
güçlüler tarafından her türlü zorluğa rağmen korunarak bakıldıkları bir yerdir.
Son derece çetin geçen bu 60 günün
sonunda yumurtalar çatlar. 60 gündür, tek bir şey yemeden soğuğa karşı direnen
erkek penguenler, yumurtalar çatladıktan sonra bile kendilerini değil
yavrularını düşünürler. Yeni doğan yavrunun besine ihtiyacı vardır. Erkek
penguen yutağından az da olsa süt salgılar ve bunu yavrusuna içirir. İşte tam
bu kritik günlerde dişiler görünür. Dişiler döndüklerinde seslenmeye başlarlar
ve erkekler de onlara karşılık verir.
Eşler birbirlerini çiftleşme sırasında öğrendikleri seslerinden
tanırlar. 3 ay boyunca ayrı kalmalarına rağmen bu sesi hemen tanıyabilmeleri de
Allah'ın onlara verdiği özel bir yetenektir.
Dişinin kursağı tamamen avladığı
yiyeceklerle doludur. Bu depoladığı yiyecekleri yavrusunun önüne boşaltır ve
yavru ilk gerçek yemeğini yer. Dişinin geri dönmesiyle erkeğin bir an önce
yavruyu terk ederek kendi işine döneceği düşünülebilir. Ancak böyle olmaz,
erkek 10 gün kadar daha yavruya bakar. Onu ayağının üzerinde korumaya devam
eder. Sonrasında ise, yaklaşık 4 aylık açlık döneminden sonraki ilk yemeğini
yemek üzere denize döner.
Erkek penguen denizde avlandıktan
3–4 hafta sonra geri döner ve yavruya bakma görevini dişiden devralır. Bu kez
dişi tekrar avlanmak için denize geri döner.
Yavru penguenler ilk dönemlerinde
vücut ısılarını kendileri oluşturamazlar ve yalnız bırakıldıklarında birkaç
dakika içinde donarak ölürler. Bu nedenle erkek ve dişi penguen yavruya yiyecek
bulma ve onu soğuktan koruma görevlerini gerçek bir işbölümü yaparak dönüşümlü
olarak üstlenirler.62 Ve görüldüğü gibi bu
konuda o kadar hassastırlar ki kendi yaşamlarını bile bu uğurda tehlikeye
atmaktan çekinmezler.
Dişi ve erkek penguenlerin büyük
bir dayanışma ve işbölümü içinde yumurtalarını ve yavrularını, ölümü ve en zor
koşulları göze alarak korumaları, her ne pahasına olursa olsun yavrularını bir
an bile yalnız bırakmamaları onlara Allah tarafından ilham edilmektedir.
Bilinci ve aklı olmayan bir canlıdan beklenen, bu şartlara dayanamayarak
yumurtayı birkaç saat içinde terk etmesi ve kendi başının çaresine bakmasıdır.
Ancak penguenler Allah'ın onlara ilham ettiği koruma duygusu sayesinde,
saatlerce veya günlerce değil, aylarca yumurtalarını korurlar.
Erkeğin Hamile
Kaldığı Tek Canlı Türü: Denizatları
Erkek denizatları dişilerinden
aldıkları yumurtaları saklayabilecekleri bir kuluçka kesesine sahiptirler.
Dişi, embriyolarını erkeğin kuluçka
kesesinin içine bırakır. Erkek de, bu yumurtalar gelişip minik birer denizatı
olana kadar onları kesesinin içindeki plasenta benzeri sıvı ile besler ve
kuluçka kesesinin iç dokusunda bulunan kılcal damarlar aracılığıyla yumurtalara
oksijen sağlar. Erkeğin hamilelik süresi yaklaşık 10 ile 42 gün arasıdır. Bu
süre boyunca dişi her sabah eşini ziyaret eder. Bu ziyaretler ve selamlaşma
davranışları, dişiye eşinin doğum zamanı hakkında fikir verir ve bu zaman
içinde dişi, yeni yumurtlama için hazırlanır.63
Aterina
Balıklarının Tehlikeli Yolculuğu:
Aterina balıkları diğer balıklardan
farklı olarak yumurtalarını karada toprağın içine gömerler, çünkü yumurtaları
ancak böyle bir ortamda gelişebilir. Ancak aterinalar için karaya kısa
süreliğine bile çıkmak ölüm demektir. Ama bu tehlikeye rağmen bunu yaparlar
çünkü eğer yapmazlarsa bu, nesillerinin sonu olacaktır.
Allah'ın ilhamı ile hareket eden bu
balıklar, en uygun zaman ve en uygun koşullarda karaya çıkarlar. Aterinalar
yumurtalarını kuma gömmek için dolunay vaktini beklerler. Çünkü dolunay
olduğunda, dalgalar kabararak tüm kumsalı kaplar. Aterina balıkları, yaklaşık
üç saat süren denizin kabarma vaktini kollar ve onları kıyıya ulaştıracak olan
en yüksek dalganın içine kendilerine atarlar. Karaya bu yolla çıkmayı başaran
dişi aterinalar suyun dışında kaldıkları bu kısacık zaman aralığında, ustaca
kıvrılıp bükülerek kumun yaklaşık 5 cm derinliğine yumurtalarını bırakırlar.
Ancak tehlike bununla bitmez,
aterina balıkları denize geri dönebilmek için, deniz geri çekilmeden önce
yumurtalarını kuma gömmek zorundadırlar. Geri çekilme vaktini kaçırmaları
durumunda ise karada kalıp yaşamlarını kaybedeceklerdir. Görüldüğü gibi bu balıklar
yumurtalarının en sağlıklı şekilde gelişebilmesi için büyük bir fedakarlıkta
bulunmakta ve kendilerini çok büyük bir riske sokmaktadırlar. Aynı zamanda da
son derece akılcı hareket etmektedirler.64
Bir Aterina balığının yumurtlamak
için göze aldığı tehlikeler ve sergilediği akılcı davranışlar üzerinde
düşünüldüğünde, bu balığın dışında bir
aklın ve şuurun varlığı açıkça görülür. Yumurtlamak için yüzlerce kolay yöntem
varken Aterina balığı yumurtalarını kuma gömmeyi tercih eder. Bu balığın, evrim
teorisinin iddia ettiği gibi yumurtalarını kuma gömmek şeklinde bir alışkanlığı
tesadüfler sonucunda edindiğini
varsayalım. Bu durumda ne olur? Balık daha ilk aşamada kuma ulaşarak
yumurtalarını gömme çabası sırasında ölür. Deneme yanılma yoluyla en uygun zamanı
bulmasına kesinlikle izin vermeyecek koşullarla karşı karşıyadır ve bu
durumda balığın neslinin devam etmesi
imkansızdır. Çok açıktır ki, Aterina yumurtalarını kumun içinde yetişebilecek
şekilde yaratan Allah, balıklara kuma ulaşacakları en uygun zamanı da ilham
etmekte ve böylece onların yaşamalarını ve üremelerini sağlamaktadır.
Yay Yüzgeç
Balığının
Yumurtaları İçin
Hazırladığı Yosundan Ev
Dişi yay yüzgeç balığı, Mayıs'tan
Haziran ayına kadar olan dönemde yumurtlar. Bu dönemde, kuyruk dibindeki koyu
renkli beneği daha belirgin bir hal alır. Bir göl ya da akarsuyun kenarında
yosunlu bir yer seçerek, kendisine daire biçiminde bir yuva yapar. Erkek balık
da, yuva yapımı sırasında, döne döne yüzerek bitkileri aşağı doğru bastırır.
Dişi, yumurtaları bırakınca yumurtalar bitkilerin saplarına ve yapraklarına
yapışırlar. Erkek balık da yumurtaların başında nöbet tutmaya başlar. Daha
sonra da yine döne döne yüzerek bir su akımı oluşturur ve böylelikle
yumurtaları havalandırır. Ayrıca erkek yay yüzgeç balığı yavrularını, boyları
10 santimetre oluncaya kadar korur.65
Üremek İçin Uzun
Yollar Kateden Bir Diğer Canlı: Gri Balina
Her yıl Aralık ve Ocak aylarında gri balina Kuzey Buz
Denizi'nden yola çıkar ve Kuzey Amerika'nın güneybatı sahillerinden geçerek
Kaliforniya'ya doğru yüzer. Amacı doğurmak için ılık sulara ulaşmaktır. İlginç
olan ise, gri balina bu yolculuğu sırasında hiçbir şey yemez. Ancak önceden
tedbirini almış ve uzun yaz günleri boyunca, kuzeyin besin yönünden zengin
sularındaki yiyeceklerle kendine enerji depolamıştır. Gri balina, Batı
Meksika'nın tropikal sularına ulaşır ulaşmaz doğum yapar. Yavrular, annelerinin
sütleriyle beslenir ve yağ takviyesi yaparlar, böylece diğer gri balinalarla
Mart ayında Kuzey Denizi'ne doğru yapacakları göç için güç kazanmış olurlar.68
Sihlid
Balıklarının İtinalı Bakımı
Dişi ve erkek sihlid balıkları
yumurtaları ve yavrularıyla yakından ilgilenirler. Balıklardan biri,
yumurtaların bulunduğu yerin yukarısında durur ve devamlı olarak kuyruk ve
yüzgeçleriyle onları yelpazeler. Dişiyle erkek birkaç dakikada bir nöbet
değiştirirler. Yelpazelemenin amacı yumurtaların iyi gelişebilmeleri için daha
fazla oksijen sağlamaktır. Bu çalışma ayrıca mantar sporlarının yumurtaların
üzerine yerleşerek gelişmelerini de önler.
Sihlidlerin yumurtalarıyla
ilgilenmelerinin temelinde yumurtaların temizliğinin sağlanması vardır. Bunun
için döllenmemiş yumurtaları da yiyerek geriye kalan sağlıklı yumurtaların
hastalanmasını önlerler. Daha sonraki evrede ise yumurtaları bulundukları
yerlerinden alarak kumda kazdıkları oyuklardan birine götürürler. Taşıma
işlemini ise her seferinde ağızlarına birkaç yumurta alarak yaparlar. Biri
çukura giderken, diğeri nöbet bekler. Daha sonra yine aynı işlem tekrarlanır.
Yavrular yumurtadan çıktıkları zaman dişiyle erkek onları dikkatle korur.
Genellikle yumurtadan yeni çıkan yavrular hep birarada kalırlar, gruptan biri
ayrıldığında dişi ya da erkek bu yavruyu ağzına alarak tekrar diğerlerinin
yanına götürür.69
Temizlik konusunda hassas olan tek canlı,
Sihlid balıkları da değildir. Örneğin dişi kırkayak, yumurtalarını herhangi bir
mantar tehlikesine karşı korumak için onları sık sık yalar. Daha sonra onların
etrafında bükülerek, yavrular yumurtadan çıkana kadar onları düşmanlarından
korur.70
Dişi ahtapot ise yumurtalarını bir
kaya oyuğuna koyarak onları sürekli izler. Dokunaçlarıyla da düzenli olarak
temizler ve temiz su ile onları durular.71
Devekuşunun
Fedakarlığı
Afrika kıtasına ulaşan güneş
ışınları, kimi zaman canlılar için öldürücü olabilir. Bu nedenle birçok canlı bu öldürücü
ışınlardan korunmak için kendisine gölgelik mekanlar arar. Güney Afrika
devekuşu ise kendinden çok yumurtalarını ve yavrularını düşünerek onları güneş
ışığından korur. Bunun için onların üzerinde durur ve sık sık geniş kanatlarını
açarak güneş ışığının yumurtalarına ve
yavrularına gelmesini önler.72 Ancak
dikkat edilirse, bu hayvan güneşin ışınlarına, "kendi vücudunu" maruz
bırakmaktadır. Bu da onun fedakarlığının çarpıcı bir delilidir.
Yavrularını Büyük
Bir Özenle İpekten Kesesinde
Taşıyan Kurt
Örümceği
Dişi kurt örümceği yumurtalarını
küre ya da mercek biçiminde ipek bir kozanın içine bırakır. Bunu sırf
yumurtalarını saklamak amacıyla hazırlamıştır. Dişi bu kozayı karnının arka
ucuna yapıştırır ve her yere bununla gider. Koza yerinden koptuğu takdirde dişi
dönerek alır, tekrar karnına yapıştırır.
Yavrular yumurtadan çıktıktan sonra
bir süre daha kozada kalır; zamanı gelip de koza yarılınca dişinin sırtına tırmanırlar. Dişi
onları bu şekilde taşır. Bazı cinslerde yavrular o kadar çoktur ki, küçük
örümcekler kat kat yığılarak dişinin sırtını kaplar. Bilindiği kadarıyla
yavrular bu sürede besin almazlar.
Farklı bir cins olan mucize kurt
örümceği ise Haziran ya da Temmuz da
yumurtalar çatlayacağı zaman kozayı vücudundan koparır ve üzerine bir çadır
örer. Çadırın yanında nöbet bekler. Yavrular yumurtadan çıktıktan sonra ipek
çadırın içinde bir süre kalarak gelişmelerini tamamlarlar. O arada iki defa
kabuk döker, sonra dağılırlar.73
Örümcek gibi bir hayvanın sadakat,
ilgi, şefkat ve sabır gibi özellikleri
içeren davranışlar göstermesi elbette ki son derece düşündürücüdür.
Böceklerin Yumurta
Bakımı
Su üstünde yaşayan bazı böceklerin
işi oldukça zordur: Yumurtalarını suyun üstüne bırakırlarsa yumurtalar kurur,
su altına bırakırlarsa yumurtadan çıkan yavrular boğulurlar. Bu durumda erkek
böcekler sorumluluğu üzerlerine alırlar ve su üstüne bıraktıkları yumurtaları
sürekli nemli tutarak havalandırırlar.
Lethocerus cinsi dev su böceklerinin dişisi
yumurtalarını suda yüzen bir dal üzerine bırakır. Erkek böcek sık sık suya
dalar ve yüzeye çıkınca dala tırmanarak sularını yumurtaların üzerine damlatır;
ayrıca saldırgan böcekleri yumurtalardan uzak tutar. Fakat belostoma cinsi dev
su böceklerinin (sıklıkla yüzme havuzlarında görülür) dişisi, yumurtalarını bir
çeşit tutkalla erkeğin sırtına yapıştırır. Erkek böcek, su üstünde yüzmek ve bu
yumurtaları havalandırmak zorundadır. Arka ayaklarını öne arkaya oynatarak ya
da bir dala tutunarak, saatlerce bacakları üzerinde yalanıp yumurtaların
üzerine su serper.
Benzer olarak bledius türü kınkanatlılar, bembidion türü
toprak kınkanatlıları ve heterocerus türü bataklık kınkanatlıları, gelgitlerde
yumurtalarını suda boğulmaktan ilginç bir biçimde korurlar: Dar boyunlu bir şişeyi
andıran yumurta depolarının ağzını sular yükselirken tıkar ve sular alçalırken
açarlar.75
Böceklerin dahi yumurtaları için bu
kadar büyük bir titizlik göstermeleri ve onları akla uygun olarak korumaları
çok açık ve kesin olan yaratılış gerçeğini bir kez daha göstermektedir.
Yaban Arısının
Hiç Görmeyeceği Yavrusu İçin
Gösterdiği
Fedakarlıklar
Kazıcı yaban arısı olarak bilinen
bir yaban arısı türü, larvası için önce yerde meyilli bir oyuk açar. Burada
belirtmeliyiz ki, yaban arısı gibi küçük bir canlının toprağı kazarak bir oyuk
açması oldukça zordur. Bunun için önce çenesiyle toprağı kaldırır ve ön
ayakları ile çıkardığı toprağı arkasına atar.
Bu yaban arısının önemli bir
yeteneği daha vardır; açtığı oyuğun çevresinde kesinlikle bir iz bırakmaz, çok
usta bir kamuflaj ustasıdır. Bunun için önce kazdığı toprak parçalarını
çenesinin altına yerleştirerek parça parça taşır ve yuvanın uzağında bir yere,
bir yığın oluşturmayacak şekilde dağıtarak atar. Böylece yuvası için tehlike
oluşturan böceklerin dikkatini çekmemiş olur.
Açtığı çukur, yaban arısının vücudu
kadar olduğunda oyuğun içinde, bir yumurtayı ve yiyeceğini alacak büyüklükte
bir çocuk odası oluşturur. Sonra çukuru geçici olarak kapar ve böcek avlamak
üzere uçar.
Yaban arısının her türü, tırtıl,
çekirge veya cırcır böceği gibi bir böceğin avlanmasında uzmanlaşır. Yaban
arısının avlanma şekli bilinenden çok farklıdır. Çünkü yaban arısı, yumurtası
için avlandığında avını öldürmez, onu iğnesiyle sokarak felç eder ve yuvasına
taşır. Daha sonra avının üzerine tek bir yumurta bırakır. Felce uğrayan böcek
ise yumurta çatlayıp da larva beslenmek isteyene kadar taze kalır.
Yumurtasının yiyeceğini ve kalacağı
yerini ayarladıktan sonra yabanarısı için sıra yumurtanın güvenliğini sağlamaya
gelmiştir. Bu kez yuvanın girişini büyük bir dikkatle, toprak ve çakıl taşı
yığınlarıyla kapatır. Daha sonra çenesiyle bir çakıl taşını alarak bunu çekiç
gibi kullanır ve çakılları ufalayarak toprağı düzleştirir. Son olarak dikenli
bacaklarıyla toprağı tırmıklar; yuvanın giriş tamamen gizlenene kadar burayı
itinayla süpürür. Yuva tamamen gizlenmiştir ancak yine de yaban arısı bununla
yetinmez ve ek bir önlem olarak yuvanın yakınlarına iki veya üç tane boş tuzak
çukur kazar. Bu kapalı ve korunmuş yuvanın içerisindeki larva kendisi için
hazırlanan yiyecekle bir yetişkine dönüşecek ve yuvadan tek başına
çıkabilecektir.77
Yaban arısı için yavrusu hiçbir
zaman görmeyeceği bir canlıdır. Ama buna rağmen onun için yorucu ve sabır
gerektiren bir hazırlık yapmış ve her türlü ihtiyacını önceden hazırlamıştır.
Gösterdiği tüm davranışlar son derece fedakarca, ince düşünceli ve ileri
görüşlüdür. Bildiğimiz anlamda bir beyne bile sahip olmayan bir canlının tüm
bunları kendinden yapmadığı, ona bunların her birinin akıl ve ilim sahibi bir
Güç tarafından yaptırıldığı ise açıktır.
Daha önceki konularda da
belirtildiği gibi evrimciler canlıların bu şekilde davranmak için
programlandıklarını söylemektedirler. Evrim teorisine göre bu programın sahibi,
cansız ve şuursuz doğada meydana gelen yine şuursuz tesadüflerdir. Canlıların
sahip oldukları son derece karmaşık ve olağanüstü özellikler düşünüldüğünde, bu
iddianın ne kadar akıl ve mantık dışı olduğu açıkça görülmektedir. Tüm
canlıların Allah'ın ilhamı ile hareket ettikleri, akıl ve vicdan sahibi her
insanın kolaylıkla görebileceği apaçık ve kesin bir gerçektir.
Herşey Yavrular
İçin
Yavrular çoğu zaman bakıma ve
korunmaya muhtaç olarak doğarlar. Genellikle kör veya tüysüz olan, henüz
avlanma yeteneği bulunmayan yavrular eğer ebeveynleri veya sürülerindeki diğer
yetişkinler tarafından korunup kollanmazlarsa kısa sürede açlıktan veya
soğuktan ölürler. Ancak Allah'ın ilhamı ile hareket eden canlılar, yavrularını
canla başla korur ve beslerler.
Yavruların
Tehlikelerden Korunmaları
Canlılar, yavrularının korunmaları
söz konusu olduğunda oldukça tehlikeli ve yırtıcı olabilirler. Aslında, bir
saldırı veya tehlike sezdiklerinde, daha çok yavrularını alıp o bölgeden hızla
uzaklaşmayı tercih ederler. Kaçmak için fırsat bulamadıklarında ise, tereddüt
etmeden kendilerini saldırganın önüne atarlar. Örneğin yarasalar ve kuşlar,
yavrularını yuvalarından alan araştırmacılara saldırmaları ile ünlüdürler.79
Zebralar gibi iri memeli hayvanlar
ise, sürülerine sırtlan gibi düşmanları
saldırdığında hemen gruplara ayrılarak tayları ortalarına alırlar ve hızla
kaçmaya başlarlar. Yakalandıkları
takdirde, sürünün yetişkinleri, bu yırtıcı hayvanlara karşı taylarını cesurca
korurlar.
Zürafalar ise saldırıya
uğradıklarında buzağılarını vücutlarının altına iterler ve ön ayakları ile düşmanlarına sertçe vururlar. Geyikler ve
antiloplar genellikle ürkek ve heyecanlı
hayvanlardır ve yavruları olmadığı zamanlarda hızla kaçmayı tercih ederler.
Ancak, yavrularını tehdit eden tilki ve kurtlara karşı sivri ve keskin
toynaklarını kullanmakta tereddüt
etmezler.
Daha küçük ve zayıf memeliler ise
genellikle yavrularını korumak için onları gizlerler veya güvenli bir yere
taşırlar. Ancak buna fırsatları kalmadığında düşmanlarını yavrularından
uzaklaştırmak için saldırganlaşabilirler. Örneğin son derece ürkek bir hayvan
olan tavşan, yavrularına saldıran bir
düşmanı uzaklaştırmak için büyük riskleri göze
alır. Yavrularına bir saldırı olduğunda, hemen yuvasına koşar ve güçlü
arka ayaklarıyla düşmanına birkaç çift sert tekme atar. Bu cesareti çoğu zaman
yırtıcı bir hayvanı bile geri kaçırmak için yeterli olabilmektedir.80
Ceylanlar ise, yırtıcı hayvanlar
yavrularını kovalamaya başladığında, hemen yavrularının arkasına geçer. Çünkü
yırtıcı hayvanlar, avlarını genellikle arkadan yakalar. Anne ceylan mümkün
olduğunca yavrusuna yakın hareket eder. Eğer yırtıcı hayvanlar yakınlaşırlarsa,
anne onları uzaklaştırır. Yavrusu takip edilen bir ceylan, toynakları ile
çakalları tekmeleyebilir. Veya saldırganları yavrularından uzaklaştırmak için kasten
hayvanların yakınında koşar.81
Bazı memeliler ise renkleri
nedeniyle doğal olarak kamufle olurlar. Ancak kimi zaman yavruların annelerinin
yönlendirmesine ihtiyacı olabilir. Bu hayvanlardan biri de karacalardır. Anne
karaca yavrusunun kamuflaj özelliğini onun adına bir avantaj olarak kullanır.
Yavrusunu çalılıkların arasında bir yere gizler ve onun kalkmadan oturmasını
sağlar. Yavru karacanın kahverengi derisinin üzerindeki beyaz benekler güneş
ışığı ile karışır ve uzaktan bakıldığında yavru karaca kesinlikle fark
edilemez. Üzerindeki beyaz benekler çalıların arasında yere vuran güneş
ışınlarının yansıması gibi algılanır. Birkaç metre öteden geçen bir düşman bile
yavru karacayı seçemez. Anne karaca ise yavrunun gizlendiği yerin hemen
ilerisinde durarak onu gözler. Ancak kesinlikle dikkatleri yuvaya çekecek bir
davranışta bulunmaz, son derece temkinli davranır. Sadece beslemek için
yavrusunun bulunduğu yere gelir. Ormana geri dönmeden önce ise, yavrusunu burnu
ile iterek tekrar yere oturtur. Yavru ara sıra ayağa kalkacak olsa bile,
duyduğu en küçük bir seste hemen geri oturacaktır. Yavru annesinin yanında
koşabilecek duruma gelene kadar bu şekilde gizlenir.82
Bazı hayvanlar ise yavrularını
tehdit eden hayvanlara gözdağı vererek onları yuvalarından uzaklaştırma yoluna
giderler. Örneğin baykuşlar ve diğer bazı kuşlar yavrularının yanına yaklaşan
düşmanlarını korkutup kaçırmak için kanatlarını olabildiğince açarlar ve
böylece olduklarından daha iri görünürler. Bazı kuşlar ise yılan tıslamasını
taklit ederek saldırganları kaçırırlar. Mavi baştankara kuşu oldukça yüksek bir
sesle tıslar ve aynı zamanda kanatlarını açarak yuvanın duvarlarına vurur.
Yuvanın içi karanlık olduğu için saldırgan neyle karşı karşıya olduğunu tam
olarak kavrayamaz ve hemen uzaklaşır.83
Kuş sürülerinde de yetişkinler,
yavruların tamamını koruma görevini üstlenirler. Özellikle martılar bu kuş
sürüleri için tehlike oluştururlar. Yetişkin bir veya iki kuş güç gösterisi
yaparak martıları kaçırabilirler. Genellikle yetişkin kuşlar yavru kuşları
nöbetleşe olarak korurlar ve görevlerini devrettiklerinde daha uzak sularda
beslenmek için o bölgeden ayrılırlar.84
Geyikler, eğer yavrularına
saldırmak üzere olan düşmanları ile baş edemeyeceklerini anlarlarsa,
kendilerini hiç çekinmeden düşmanlarının önüne atarlar ve kendilerini av olarak
gösterip düşmanın onları kovalamasını sağlarlar. Böylelikle düşmanı
yavrularından uzaklaştırırlar. Birçok hayvan aynı taktiği kullanır. Örneğin
dişi kaplan kendilerine doğru avcı bir hayvanın yaklaştığını gördüğünde,
yavrularının yanından ayrılır ve hemen düşmanının dikkatini kendi üzerine
çeker. Rakunlar ise düşmanlarının geldiğini gördüklerinde yavrularını en
yakındaki ağacın üzerine taşırlar ve daha sonra hızla ağacın üzerinden aşağı
inerek düşmanlarının arasına dalarlar. Onları uzun süre peşlerinden sürükler ve
yavrularından yeterince uzaklaştırdıklarına kanaatleri geldiğinde, düşmanlarını
atlatarak hemen sessizce yavrularının yanına dönerler. Elbette ki bu
davranışları her zaman yüzde yüz başarıyla sonuçlanmayabilir. Yavrular kurtulsa
bile, ebeveynler yavruları uğruna ölüme gidebilirler.85
Bazı kuşlar ise "yaralı
taklidi" yaparlar ve böylelikle düşmanlarının dikkatini yavrularının
üzerinden dağıtarak kendi üzerlerine çekerler. Bir düşmanın yaklaştığını gören
dişi kuş sessizce yuvasından uzaklaşır. Düşmanının önüne geldiğinde yerde
çırpınmaya ve bir kanadını yere vurmaya başlar. Bu esnada da acı dolu çığlıklar
atar. Kuş yerde çaresizce çırpınıyor gibi görünür. Ancak her zaman tedbirli
davranır ve düşmanın erişebileceği mesafenin ilerisinde durur.
"Yaralı" kuşu kolay bir av olarak gören yırtıcı hayvan avını
yakalamaya çalışırken, yuvadan bir hayli uzaklaştırılmış olur. Hayvan kuşun
yuvasından yeterince uzaklaştığında, dişi kuş bir anda taklit yapmayı bırakır ve saldırgan hayvan tam kuşa yetişmişken dişi
kuş aniden havalanır ve kaçar. Bu "tiyatro gösterisi" genellikle son
derece ikna edicidir. Köpekler, kediler, yılanlar ve hatta diğer kuşlar bile bu
oyuna kanarlar. Toprağın üzerinde yuva yapan kuşların birçoğu yavrularını
düşmanlarından bu şekilde korurlar. Örneğin anne ördek yavrularının yanına bir
avcı hayvan yaklaştığında, sudan havalanmayı başaramıyormuş gibi yaralı taklidi
yaparak gölün çevresinde kanat çırpar. Ancak daima peşindeki saldırganla
arasındaki mesafeyi korur. Saldırganı sahilde gizlenen yavrularından yeteri
kadar uzaklaştırdığında da hemen havalanır ve yavrularının yanına döner.
Kuşların "yaralı kuş"
senaryosuna bugün bile bilim adamları hiçbir açıklama getirememektedirler.86 Bir kuş böyle bir senaryo hazırlayabilir mi?
Bunun için son derece bilinçli bir varlık olması gerekir. Her şeyden önce
"taklit", zeka ve yetenek gerektirir. Ayrıca bir hayvanın kendisini
tereddütsüzce düşmanının önüne atabilmesi ve kendini kovalatması için son derece
cesaretli ve gözü kara olması gerekir. Daha da ilginç olanı bu kuşlar bu
davranışı başkalarından görerek yapmazlar.87 Bu savunma taktiğine ve yeteneğe doğuştan
sahiptirler.
Kuşkusuz burada anlatılanlar
hayvanlar dünyasında yaşanan bilinçli ve fedakarca davranışların yalnızca az
bir kısmıdır. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı, kendine özgü bir koruma
sistemine sahiptir. Ancak bu sistemlerden ziyade, bunlardan çıkan sonuç
önemlidir. Örneğin bir kuşun kendi bilinci ve iradesi ile yavrusunu korumak
için ölümü göze aldığını iddia etmek akla ve mantığa uygun mudur? Elbette
değildir. Burada söz konusu olan akılsız, bilinçsiz, şefkat, merhamet gibi
duygulara sahip olması mümkün olmayan hayvanlardır. Ve bu hayvanların böylesine
bilinçli, şefkatli, merhametli hareket etmesini sağlayan, onları bu özellikleri
ile yaratan göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, bu canlılara
ilhamıyla Kendi sonsuz şefkat ve merhametinin örneklerini sergilemektedir.
Böcekler de
Yavrularını Tehlikelerden Korurlar
Böceklerde de, anne babanın
yavruları koruyarak onlara özen gösterdiklerini ilk olarak 1764 yılında İsveçli
doğabilimci Adolph Modeer keşfetmişti. Adolph Modeer, Avrupa kalkan böceğinin
dişisinin aç ve susuz olarak yumurtalarının üzerine oturduğunu ve düşmanları
geldiğinde uçarak kaçmak yerine onlara saldırdığını görmüştü.88
Ancak birçok bilim adamı ilk
başlarda böceklerin yavrularına özen göstermesini kabul etmek istemiyordu.
Bunun nedeni ise Delaware Üniversitesi'nden
evrimci böcek bilim uzmanı profesör Douglas W. Tallany tarafından şöyle
açıklanmaktadır:
Böcekler, yavrularını korurken o
derece büyük tehlikelerle karşı
karşıyadırlar ki bazı böcek bilim
uzmanları bu özelliğin evrim sürecinde nasıl olup da kaybolmadığını merak etmektedirler.
Birçok böceğin yaptığı gibi çok fazla sayıda yumurta yapmak bundan çok daha
kolay bir strateji olurdu.89
Douglas W. Tallany bir evrimci
olmasına rağmen evrimin çıkmazlarından birini kendisi sorgulamaktadır.
Gerçekten de evrim teorisinin iddiasına göre böceklerin kendi hayatlarını
tehlikeye atan davranışları elenmiş olmalıydı. Ancak doğada böyle bir eleme
gerçekleşmemiştir. Böcekler de dahil olmak üzere canlıların büyük bir kısmı
yavruları için, hatta kimi zaman birbirleri için ölümü göze almaktan
çekinmezler.
Yavruları için ölümü göze alan bu
küçük canlılardan biri, ABD'nin güneydoğu kesiminde, at ısırgan otlarının
üzerinde yaşayan, dantel böcekleridir.
Dişi dantel böceği, yumurtalarını ve yumurtadan çıktıktan sonra
larvalarını "ölümü pahasına" korur. Larvaların en önemli
düşmanlarından biri kız böcekleridir. Bu böcekler, keskin ve sert gaga benzeri
ağızları ile fırsat bulduklarında larvaların tamamını yerler. Dişi dantel
böceğinin ise onlara karşı koyabileceği hiçbir silahı yoktur. Tek yapabildiği
sürekli kanat çırparak ve sırtlarına tırmanarak kız böceklerini kaçırmaya
çalışmaktır.
Bu esnada ise larvalar yaprağın
orta damarını bir otoyol gibi kullanarak saptan kaçar ve kıvrılmış genç bir
yaprağın içine gizlenirler. Eğer anne kurtulabilirse, larvalarını izler ve
onların gizlendiği yaprağın sapında bekçilik yapar. Böylece büyük ihtimalle
kendisini takip edecek olan düşmanının yolunu kesmiş olur. Bazen anne,
kızböceklerini bir süreliğine kovar. Bu durumda larvalarının yanlış bir yaprağa
gitmelerini gövdesiyle önlerinde durarak engeller ve onları güvenlikli bir
yaprakta gizler. Ancak anneler çoğunlukla böceklerin saldırıları esnasında
ölürler. Ama onların bu fedakarlığı larvalara kaçıp saklanmaları için zaman
kazandırmıştır.90
Yavruların
Beslenmesi
Korumasız yavruların tehlikelerden
korunmalarının yanısıra yaşayabilmek için beslenmelerinin de anne ve babaları
tarafından sağlanması gerekmektedir. Yavrularını yırtıcı hayvanlardan korumak
için sürekli tetikte bekleyen anne babalar aynı zamanda da yavrularının
beslenmesi için her zamankinden çok daha fazla avlanmalıdırlar. Örneğin dişi ve
erkek kuş gün boyunca yavrularını ortalama olarak saatte 4-12 kez beslerler.
Beslemeleri gereken bir çok yavruları olduğunda yüzlerce kez yuvadan uçarak
besin aramaları gerekir. Örneğin yavrusunu gagasında taşıdığı böceklerle
besleyen büyük bir baştankara kuşu günde ortalama 900 kez yuvaya yiyecek
getirir.93
Memelilerde ise dişiler ek bir
problemle karşı karşıyadırlar; yavrularına gereken enerjiyi sadece sütleriyle
verebilirler. Süt verme dönemindeki anneler ise
normalde aldıkları gıdadan daha fazlasını almalıdırlar. Örneğin fok, tek
yavrusunu doğumundan itibaren yaklaşık 10 ila 18 gün emzirir. Yavru bu süre
içerisinde kilo alır. Bu dönem içinde anne ise aldığı gıdanın büyük kısmını
yavrusunun sütü için harcadığından beslenemez ve kilosunun büyük kısmını
kaybeder.94
Beslemeleri gereken yavruları olan
anne ve babalar, normal zamanda harcadıklarından üç ile dört kat daha fazla
enerji harcarlar.95
Lozan Üniversitesi'nde yapılan bir
araştırmada yavruların beslenmesinin ve bakımının anne baba kuşlara nelere mal
olduğu saptanmıştır. Lozan Üniversitesi biyologlarından Heinz Richner ve
öğrencileri, baştankara kuşları üzerinde bir deney yapmışlar ve
"baba" olmanın zorluklarını ortaya koymuşlardır. Deney sırasında
Richner, bir yuvadaki yavruları diğer yuvalara taşıyarak babanın beslemek
zorunda olduğu yavrularının sayısını sürekli değiştirmiştir. Deney sonucu ise
şöyledir: Daha çok yavru beslemek zorunda kalan babalar, iki kat daha fazla
çalışıyor ve bu yüzden erken ölüyorlardı. "Çok çocuklu" babalarda
asalaklara (parazit) bağlı hastalıkların oranı %76, normal babalardaysa %36
idi.96
Bu bilgiler, bir kuşun yavrusu için
katlandığı zorlukları ve gösterdiği fedakarlığı daha iyi kavrayabilmek
açısından önemlidir.
Dalgıç Kuşunun
Yavrusuna Yedirdiği Tüyler
Dalgıç kuşları yavruları için yüzer
yuva görevi görürler. Yavrular anne babalarından birinin sırtına çıkarlar. Ve
iyice yerleştikten sonra dalgıç kuşu yavrularının düşmelerini engellemek için
kanatlarını hafifçe yana doğru açar. Dalgıç kuşu onları beslemek için
gagasındaki yiyeceği başını arkasına döndürerek yavrularının ağzına verir.
Ancak onlara yapılan ilk ikram yiyecek değildir. Anne veya baba ilk olarak ya
suyun üzerinden topladıkları ya da göğüslerinden kopardıkları tüyleri
yavrularına yedirirler. Her yavru oldukça fazla miktarda tüy yutar. Peki bu
ilginç ikramın sebebi nedir?
Yavruların yedikleri bu tüyler
sindirilemez ancak yavrunun midesinde birikirler. Bir kısmı bağırsağa açılan
noktada keçeleşir. Balıkların kılçıkları veya diğer besinlerin sindirilemeyen
kısımları burada birikir ve böylece bu maddelerin yavrunun midesinin ve
bağırsaklarının hassas duvarlarını zedelemesi engellenmiş olur. Kuşların bu tüy
yeme alışkanlıkları ömürleri boyunca sürecektir. Ancak ilk yedirilen tüyler
kuşkusuz yavruların sağlığı için alınan önemli bir tedbirdir.97
Bazı kuş türlerinde ise anne kuş,
yavrusuna balık avlamak için hızla suya dalar ve balığı kuyruğundan yakalar.
Kuşun, balığı kuyruğundan yakalamasının önemli bir sebebi vardır. Çünkü,
kuyruğundan yakalanan balık, yavruya kılçıkların diziliş yönünde verilir. Bu da
yavru kuşun balığı yutarken kılçıkların yönünde yutmasını ve dolayısıyla
kılçıkların hazmının kolaylaşmasını sağlar. Şayet kuş, balığı kuyruğundan
değil, herhangi bir yerinden tutarsa bu, balığı kendisinin yiyeceğini gösterir.98
Yavrusunu
Besleyebilmek İçin Kilometrelerce
Yol Kateden
Guacharo Kuşu
Bu kuş cinsi, yavrularını yerden 20
m. yükseklikteki bir yuvaya yerleştirir. Her gece yaklaşık 5-6 defa yavrularını
besleyeceği meyveleri aramaya çıkar. Bu meyveleri bulduğunda ise, meyvelerin
yumuşak iç kısımlarını önce kendisi öğütür, daha sonra öğüttüğü kısmı
yavrularına verir.
Gece gruplar halinde besin
arayışına çıkan Guacharolar'ın, sırf yavrularına besin bulmak amacıyla
katettikleri mesafe ise son derece olağanüstüdür: Bu kuşlar, gecede yaklaşık 25
km. yol katetmektedirler.99
Guachoralar gibi birçok hayvan
yavrularına verecekleri besini önceden hazırlarlar. Örneğin pelikanlar bir
çeşit balık çorbası yaparlar. Yelkovangil cinsinin anneleri de yedikleri
plankton ve küçük balıkları karıştırarak yavruları için zengin bir yağa
dönüştürür. Güvercinler kursaklarında yağ ve protein yönünden çok zengin
"güvercin sütü" adı verilen özel bir salgı üretirler. Memelilerin
sütünden farklı olarak, bu süt hem anne hem de baba tarafından üretilir. Birçok
kuş buna benzer besinleri yavruları için hazırlar.100
Kuş yavruları, anne babalarına son
derece muhtaçtırlar. Tek yapabildikleri gagalarını sonuna kadar açarak anne
veya babalarının kendilerine yiyecek getirmesini beklemektir. Örneğin genç
ringa balığı martıları ağızlarını annelerinin gagalarındaki kırmızı bir noktaya
doğru uzatırlar. Hatta gözleri henüz açılmamış bir ardıç kuşu, anne ya da
babasının geldiğini düşündürebilecek en küçük bir titreşimde bile boynunu
yukarıya doğru uzatıp ağzını açar. Yaşamlarının bu döneminde yavruların
ağızları, parlak sarı renkli şiş kenarları ile yiyeceklerin nereye bırakılması
gerektiğine açıkça işaret eder gibidir. Ağız kenarları son derece hassastır;
herhangi bir nedenle yavru ağzını açık tutmayı kesecek olsa, gagasının kenarına
en ufak bir temas bile onun uyarılıp gagasını açmasına neden olur.
Yavruların ağızlarının rengi ve
hassaslığı, özellikle oyuk içinde yuvaları olan kuşlar açısından son derece
önemli bir kolaylıktır. Böylelikle yetişkinlerin, oyuğun karanlık bir köşesinde
bulunan yavruların ağızlarını bularak, yiyeceklerini vermeleri kolaylaşır.
Gouldian ispinozlarının yuvası
böyle karanlık bir oyuğun içindedir. Yavruların ağız köşelerinin her bir
tarafında ışığın gelişiyle parlayan, dikkat çekici yeşil ve mavi renklerde,
yuvalarının derinliklerine süzülerek ulaşan ışığı yansıtan büyük yumrular
vardır. Bu yumrular karanlıkta birer ışık kaynağı gibi parlarlar.
Renkli ağızlar bazı kuşlarda annelerine
yavruların yerlerini belirtmenin ötesinde anlamlar da taşır. Renkler aynı
zamanda yuvadaki yavrulardan hangisinin yakın zamanda beslendiğini, hangisinin
beslenmeye ihtiyacı olduğunu da belirtirler. Genç kenevir kuşlarının ağızları,
boğazlarının hemen altındaki kan damarlarından ötürü kırmızı renklidir.
Yavrulara besin verildiği zaman ise bu kanın büyük kısmı, sindirilen besinleri
toplamak üzere mideye gider. Dolayısıyla hala aç olan yavruların ağızları en
kırmızı renkli olanlardır. Ve bu konuda yapılan deneylerle ortaya konmuştur ki
ebeveyn kuşlar hangi yavruya besin vermeleri gerektiğini belirlemede bu renk
farklılığını kullanmaktadırlar.101
Kuşların fiziksel özellikleri ile
davranışlarının ve bulundukları ortamın son derece uyumlu olması tüm canlıların
ve içinde yaşadıkları doğanın tek bir Yaratıcı'nın eseri olduğunun açık bir
delilidir. Hiçbir tesadüf böyle kusursuz bir uyumu meydana getiremez.
Yavrularına Su
Taşıyan Çöl Tavukları
Doğada, tüm canlıların sahip
oldukları fiziksel özellikler, yaşadıkları ortamla son derece uyumludur. Bunun
bir örneği de çöl tavuklarıdır. Çöl tavuklarının belli bir yerleşim yerleri
yoktur. Yumurtlama zamanı yaklaştığında kumun sığ bir yerine çoğunlukla 3
yumurta bırakırlar. Yavrular yumurtadan çıkar çıkmaz, yuvadan ayrılırlar ve
kendileri için yiyecek olarak tohum toplamaya başlarlar. Yiyeceklerini kendi
başlarına bulabilirler ancak uçamadıkları için su ihtiyaçlarını gideremezler.
Dolayısıyla su onlara getirilmelidir ve bu görevi erkek üstlenir.
Bazı kuş türlerinde yetişkinler
yavrularına suyu kursaklarında taşıyarak getirirler; fakat erkek çöl tavuğu
suyu çok uzak bir mesafeden getirmek zorundadır ve bu nedenle kursağında
taşıyabileceği suyun tamamına, yaptığı uzun yolculuk sırasında kendisinin
ihtiyacı vardır. Aksi takdirde yaşamını sürdüremez. Ancak su taşımak için eşsiz bir fiziksel
özelliğe sahiptir. Kuşun göğsündeki ve alt kısmındaki tüyler, iç yüzeyde ince
bir lif katmanıyla kaplıdır. Bir su birikintisine ulaşan kuş, altını kuma ve
toza sürter, böylece tüylerini temizlediği sırada kalmış olabilecek suyu
tutmayı engelleyici yağlardan kurtulmuş olur. Sonra suyun kenarına gider. Önce
kendi susuzluğunu giderir. Sonra suyun içine girer, kanat ve kuyruğunu havaya
kaldırarak vücudunu ileri geri hareket ettirir; böylece tüm tüyleri tamamen
ıslanmış olur. Tüylerin üstündeki ince lif katmanı bir sünger gibi suyu çeker.
Tüyleriyle vücudu arasında taşıdığı
sıvı yük, buharlaşmaya karşı sıkı koruma altındadır. Fakat yine de 20 milden
fazla uçması gerektiği takdirde, taşıdığı suyun bir kısmı buharlaşır. Kuş
nihayet kumda tohum arayan yavrularının yanına ulaştığında, yavrular ona doğru
koşarlar. Baba çöl tavuğu vücudunu yukarı kaldırdığında, yavrular da sanki süt
emen memeliler gibi suyu babalarının vücudundan içerler. Yavruları tüm suyu
emdikten sonra kuş tekrar kumun üzerine sürtünerek kendini kurutur. Erkek kuş
bu işi yavruların ilk tüy dökme dönemi tamamlanana ve kendi sularını kendileri
temin edene kadar en az iki ay daha her gün sürdürür.102
Çöl tavuğunun bu davranışında düşünülmesi
gereken birçok nokta bulunmaktadır. Bu kuş yaşadığı ortama en uygun özelliklere
sahip olmakla birlikte, ne yapması gerektiğini de çok iyi bilmektedir. Çünkü
onu yaratan Allah, ona ne yapması gerektiğini de ilham yoluyla bildirmektedir.
Böceklerin
Yavrularını Beslemeleri
Birçok böcek türü de larvalarını ve
yavrularını beslerler. Örneğin, oyucu
böcekler, bir çukurda saklı larvaları tohumlarla beslerler. Sıçrayıcı ağaç
böcekleri ise ağacın kabuğunda spiral biçimi yarıklar açarak besleyici sıvılar
taşıyan borucukları ortaya çıkarır ve minik
larvaları borulardan beslerler. Tahta kurtlarının işi oldukça zordur;
sert, sindirilemeyen ve azot miktarı çok az olan odunu yavrularına bir şekilde
yedirmeleri gerekir. Odun böcekleri ve odun yiyici kınkanatlılar, bu sorunu
şöyle çözmüşlerdir: Odunu önce kendileri kemirerek sindirim sistemlerinde
yumuşatırlar; sonra yumuşamış odunu, yine vücutlarındaki selüloz parçalayıcı
tek hücreli hayvanlar ve sindirim sularıyla karıştırarak dışarı çıkarır ve
yavrularına verirler. Ağaç kabuğu kınkanatlıları ise kabuk altında odun
çiğneyerek açtıkları tüneller içine yumurtlarlar ve buralara, selülozu
larvaların çiğneyebileceği şekle çeviren mantar türlerini getirirler.105
Allah her canlıya rızkını farklı
şekillerde vermektedir. Yukarıda örnekleri verilen böcekler de Allah'ın izniyle
rızıklarını bulan canlılardır. Allah, anne veya babalarını vesile ederek, bu
minik canlıları da rızıklandırmaktadır. Allah, Kuran'da her canlının rızkını
Kendisi'nin verdiğini şöyle bildirmektedir:
Kendi rızkını taşıyamayan nice
canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir.
(Ankebut Suresi, 60)
Yavruların
Taşınmaları
Genelde güçsüz ve çelimsiz olan
yavrular, yer değiştirirken veya tehlike anlarında genellikle anne veya
babaları tarafından taşınırlar. Her canlının yavrusunu taşıma yöntemi
birbirinden farklıdır; kimi sırtında, kimi ağzında, kimi de kanatlarındaki özel
keselerde yavrularını taşır. Yavrular bu taşınma esnasında hiç zarar görmezler
ve hemen güvenli bir ortama ulaştırılırlar.
Özellikle tehlike anlarında anne
babaların yavrularını taşıyarak olay yerinden uzaklaştırmaları önemli bir
fedakarlık örneğidir. Çünkü yavrunun herhangi bir şekilde taşınması hayvanın
hızını ve hareket kabiliyetini önemli ölçüde azaltır. Ancak canlılar buna
rağmen, tehlikeli bir durumda yavrularını asla terk etmezler.
Canlılar arasında en yaygın taşıma
yöntemi sırtta taşımadır. Örneğin maymunlar yavrularını her yere
taşıyabilirler. Anne maymun yavrusuyla çok rahat hareket edebilir çünkü yavru
maymun annesinin karnındaki ve arkasındaki tüyleri elleri ve ayaklarıyla sıkıca
kavrar. Tehlike anında anne maymun sırtında yavrusunu taşıdığı halde bir ağaca
zıplayabilir, bir dal boyunca koşarak diğer bir ağaca atlayabilir.
Kangurular ve diğer keseli
hayvanlar, yardıma muhtaç yavrularını göbeklerindeki tüyle-kaplı keselerinde
taşırlar. Yavru bir kanguru beş ay annesinin kesesinde yaşar. Bu keseden
çıktığında bile hep annesinin yakınında durur. Eğer bir tehlike sezerse
annesine doğru koşar ve baş aşağı olarak kesenin içine atlar. Anne kanguru
güçlü arka bacakları ile yavrusunu da taşıyarak kaçar.
Sincaplar yavrularını sarkık
göbeklerinden dişleriyle kaldırırlar. Bir anne sincap yuvası bozulursa,
yavrularını oldukça uzun bir mesafe de olsa taşır. Her defasında bir yavrusunu
taşır ve hepsinin güvenle tahliye
olduğuna ikna olana kadar eski yuvasına geri dönüp, bakar.
Yavru fareler, yuvalarında
annelerinin meme uçlarına sıkı sıkıya yapışırlar ve genellikle saatlerce
bırakmazlar. Eğer aile tehdit edilirse, anne yavrularını hemen alarak güvenli
bir yere kaçabilir. Yavrular meme uçlarını ağızlarıyla o kadar sıkı kavrarlar
ki, anne birini bile kaybetmeden bacakları arasında bütün yavruları
sürükleyebilir. Tehlike geçtiğinde anne, arkada kalmış yavru olması ihtimaline
karşı, birkaç kez eski yuvasına dönerek kontrol eder.
Yarasalar gece boyunca böcek veya
meyve aramak için uçarken, yavrularını da taşırlar. Bir yavru yarasa annesinin
meme uçlarını süt dişleriyle kavrar ve pençeleriyle tüylerini sıkıca tutar. Bazı
yarasalar üç veya dört kadar yavruya sahiptir ve bütün yavrular annenin
vücuduna asılıyken bile, yarasalar uçmayı başarırlar.
Yavrusunu uçarken taşıyan birçok
kuş türü bulunmaktadır. Bir çulluğun yerdeki yuvası tehdit edildiğinde, anne
çulluk bacakları arasında sıkı sıkıya tutunan bir yavruyu hızlıca havaya
kaldırabilir. Su tavukları, bataklık atmacaları ve baştankaralar güvenli bir
ortama doğru yavrularıyla uçarken, onları gagalarında taşırlar.
Kırmızı-kuyruklu doğanlar, yavrularını tıpkı yakaladıkları avlarını taşır gibi
pençeleriyle kavrayarak havada taşırlar.
Dalgıç kuşları ise yavrularını
sırtlarında taşırlar ve bir düşman gördüklerinde, hızla suya dalarlar ve
yavruları arkalarında asılı dururken, suyun altında yüzerler.
Yumurtalarını ve tetarlarını
sırtlarında taşıyan tropik kurbağalar ve kara kurbağaları yavrularıyla birlikte
güvenli bir ortama zıplayabilirler.
Daha da ilginci, bazı balıklar
yavrularını güvenli bir yere ağızlarında taşırlar. Bir erkek dikenli balık, su
otlarından oluşan yuvasının etrafında devriye gezerken, yumurtadan yeni çıkmış
yavrusunu da korur. Eğer bir yavru dikenli balık yuvasından yüzerek
uzaklaşırsa, babası da arkasından gider. Yavruyu ağzının içine çeker ve yuvaya getirdiğinde geri çıkarır.
Karıncalar gelişen yumurta ve
larvaları, bir çocuk odasından diğerine ağızlarında taşırlar. Her sabah, bakıcı
karıncalar kolonideki larvaları yuvanın yukarısındaki toprak tepede, güneşle
ısınan bir çocuk odasına taşırlar. Güneş gökyüzünde hareket ettikçe, larvalar
tepenin bir tarafından diğerine gidip gelirler. Bakıcılar akşamları larvaları
gün içinde ısının biriktiği yuvanın dibinde bulunan çocuk odalarına götürürler.
Çocuk odalarının girişleri, gece serinleyen havayı dışarıda tutmak üzere bloke
edilir. Bir sonraki sabah, girişler yeniden açılır ve larvalar yeniden yukarı
taşınırlar.
Eğer yuvaları istila edilirse,
karıncalar her ne pahasına olursa olsun larvaları korumak için harekete
geçerler. Bazı karıncalar mücadele bölgesine hücum ederler ve düşmana
saldırırlar. Diğerleri yardıma muhtaç larvaların hayatlarını kurtarmak üzere,
çocuk odalarının başına giderler. Olgunlaşmamış karıncaları çenelerine alırlar
ve onları yuvanın dışına taşıyarak, savaş sona erene ve düşmanlar gidene kadar
saklarlar.107
Görüldüğü gibi böceklerden
aslanlara, kurbağalardan kuşlara kadar tüm canlılar yavrularını bir şekilde
taşıyarak koruma altına alırlar. Bunların her biri son derece zahmetli ve anne
babanın hayatını tehlikeye atan davranışlardır. Bir hayvanın bu kadar güçlü bir
koruma duygusuna sahip olması nasıl
açıklanabilir? Buraya kadar detaylarıyla incelediğimiz gibi, canlıların her
biri yavruları yeterli olgunluğa erişene kadar onların her türlü sorumluluğunu
üstlenirler. Onların her türlü ihtiyacını hiç eksiksiz olarak karşılarlar. Ve
doğadaki tüm canlılarda bu korumanın ve fedakarca davranışların örneklerini
görmek mümkündür.
Açık olan gerçek bir kez daha
karşımıza çıkmaktadır: Bu canlıların her biri Allah'ın koruması altındadırlar.
Allah her birine davranışlarını ilham eder ve onlar da buna eksiksiz uyarlar.
Her biri kendilerini Yaratan Allah'a boyun eğmişlerdir. Kuran'da bu gerçek
şöyle bildirilir:
Göklerde ve yerde bulunanlar
O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. (Rum Suresi, 26)
CANLILAR ARASINDAKİ DAYANIŞMA VE İŞBİRLİĞİ
Kitabın bu bölümüne kadar
genellikle canlıların yavrularına karşı gösterdikleri fedakarlıklardan ve
şefkatli tavırlardan söz edildi. Ancak doğada, fedakarlık, işbirliği, dayanışma gibi özellikler sadece
yavrular söz konusu olduğunda ortaya çıkmaz. Canlıların birçoğu aralarında
büyük bir dayanışma içerisindedirler. Hatta, zaman zaman türler arasında dahi
dayanışma, işbirliği gibi davranışlar görmek mümkündür. Özellikle sürüler veya
koloniler halinde yaşayan canlılar, toplu yaşamanın birçok avantajına sahiptirler.
Evrimcilerin, tüm doğanın kıyasıya
bir mücadele içinde olduğu, hayatta kalabilmek için tüm canlıların
birbirleriyle rekabet etmek zorunda oldukları iddialarını, hayvan
topluluklarının yaşantıları kesin olarak geçersiz kılmaktadır. Canlılar,
çoğunlukla rekabetin değil, dayanışmanın, işbirliğinin, birbirinin çıkarlarını
kollamanın ve fedakarlığın avantajlarını kullanmaktadırlar.
Aslında evrimciler de doğada
görülen bu açık gerçeğin farkındadırlar ancak bunu evrim teorisi ile
bağdaştırmanın yollarını ararlar. Örneğin ünlü evrimci Peter Kropotkin, Doğu
Sibirya ve Mançurya'da yaptığı incelemelerde, hayvanlar arasındaki karşılıklı
yardımlaşmanın birçok örneğini tespit etmiş ve hatta bu konu üzerine bir kitap
yazmıştır. Kropotkin kitabında canlılar arasındaki dayanışma için şunları
söylemektedir:
Yaşam mücadelesi kavramı üzerinde
çalışmaya başladığımızda, bizi ilk şaşırtan karşılıklı yardımlaşma örneklerinin
çokluğu oldu. Çoğu evrimci tarafından kabul edildiği gibi sadece nesil
yetiştirmek için değil, aynı zamanda bireylerin güvenliği ve yiyecek sağlanması
için de bu yardımlaşma örneklerini görmekteyiz. Hayvanlar aleminin büyük
bölümünde karşılıklı yardımlaşma bir kuraldır. Karşılıklı yardımlaşma,
hayvanlar aleminin en alt kademesindeki hayvanlarda bile görülebilmektedir…108
Bir evrimci olmasına rağmen
Kropotkin, doğada gördüğü açık deliller karşısında, evrimin temel iddiasına
tamamen ters bir yorumda bulunmuştur. Sonraki sayfalarda anlatılacak olan bazı
örneklerde de görüleceği gibi canlılar ve hatta türler arasındaki dayanışma ve
işbirliği, bu canlıların güvenlikleri ve besin kaynakları açısından son derece
önemlidir. Doğadaki bu denge ve düzen, Allah'ın kusursuz yaratışının açık
delillerindendir. Öyle ki doğada gerçekleşen olaylara tanık olanlar, şuursuz canlıların
böylesine şuurlu ve akılcı davranışlarda bulunmalarını hayretle ve hayranlıkla
karşılamaktadırlar. Bu kişilerden biri olan, fizyoloji ve tıp alanında tanınmış
ünlü bilim adamı Kenneth Walker, Doğu Afrika'da çıktığı av sırasındaki
gözlemlerini şöyle aktarmaktadır:
Yıllarca önce Doğu Afrika'da avlanmaya
çıktığımda hayvanlar arasında gözlemlediğim dayanışmanın birçok örneği hala
belleğimde canlıdır. Ahti düzlüklerinde değişik zebra ve ceylan sürülerinin
tehlikelere karşı birbirlerini uyarmak için belli yerlere nöbetçi koyduklarına
tanık oldum. Zebra avlamaya çıkmamıştım; ama ceylan avlamam da hemen hemen
olanaksızdı. Çünkü ne zaman birine yaklaşmak istesem, nöbet tutan zebra
tehlikeyi fark eder, ceylanları uyarırdı. Gene zürafalarla filleri de çok kez birlikte
bulurduk. Fillerin kocaman kulakları, son derece keskin işitme duyuları vardır;
ancak görme duyuları zayıftır. Zürafalar ise adeta gözetleme kulelerine
yerleştirilmiş bekçiler gibidir. Güçlerini birleştirdiklerinde görünmeden ya da
duyulmadan ne fillere ne de zürafalara yaklaşmaya olanak vardır. Daha ilginç
(daha doğrusu son derece garip) bir işbirliği gergedanlarla, derilerine gömülen
kene türünden parazitleri ayıklamak için sırtlarında tırmanıp oturan kuşlar
arasında idi. Bu kuşlar her zaman tetikte bekler, yaklaştığımı çok uzaktan fark
eder etmez hırçın çığlık ve gagalamalarla konuğu oldukları hayvanı uyarırlardı.
Gergedan kaçmaya koyulduğunda kuşlar bir katardaki yolcular gibi hayvanın
sırtına asılıp yerlerinden ayrılmazlardı.109
Kenneth Walker'ın bu tespitleri
aslında her zaman karşılaşabileceğimiz fedakarlık ve işbirliği örneklerinin çok
az bir kısmıdır. İnsan etrafında gördüğü tüm canlılarda bunlara benzer
davranışlara şahitlik edebilir. Ancak önemli olan insanın gördüğü bu şaşırtıcı
örnekler üzerinde düşünmesidir.
Tesadüfen meydana gelmiş, doğada
"yaşam mücadelesi" veren bir canlının böylesine özverili davranışlar
göstermesinin bir anlamı var mıdır? Daha doğrusu böyle bir canlıdan böylesine
akılcı ve fedakarca davranışlar beklemek mümkün müdür?
Elbette değildir. Tesadüfen
oluşmuş, şuursuz bir canlı "akıl" alametleri gösteremez. Başkalarını
koruması gerektiğini düşünemez. Bu canlıların tüm özelliklerinin tek
açıklaması, onları yönlendiren, onlara bunları ilham eden Allah'ın varlığıdır.
İlerleyen sayfalarda daha detaylı
olarak inceleyeceğimiz örnekler de, Allah'ın canlılar üzerindeki hakimiyetini
açıkça gözler önüne serecektir.
Canlılar
Tehlikelere Karşı Birbirlerini Uyarırlar
Topluluk halinde yaşamanın en büyük
avantajlardan biri tehlikelere karşı daha fazla korunma sağlanmasıdır. Çünkü
topluluk içinde yaşayan hayvanlardan herhangi biri tehlikeyi sezdiğinde
sessizce olay yerinden kaçmak yerine vargücüyle çevresindeki diğer hayvanları
da uyarır. Her bir canlı türünün kendine özgü bir uyarı şekli vardır. Örneğin
tavşanlar ve bazı geyikler tehlikeyi sezdiklerinde çevrelerindeki hayvanları
uyarmak için kuyruklarını dikerler. Ceylanlar ise ilginç bir zıplama dansı
yaparlar.110
Birçok küçük kuş, düşmanlarını fark
ettiklerinde hemen öterek alarm verirler. Sarı asma kuşu gibi türler alarm
verirlerken dar frekans aralığı olan ve yüksek perdeden bir ses çıkartırlar.
İnsan kulağı bunu ince bir ıslık gibi algılar. Bu sesin en önemli özelliği ise
kaynağının yönünün anlaşılmamasıdır.111 Bu,
sürüsünü uyaran kuş için önemli bir avantajdır. Çünkü kuş aslında düşmanı
gördüğünde çığlık atarak bütün dikkati üzerine çekmeyi göze almaktadır. Ama
sesin yönü belli olmadığı için tehlike nispeten azalmaktadır.
Koloniler halinde yaşayan
böceklerde de, tehlikeyi ilk sezen böcek bütün koloniyi uyarır. Ancak, tehlikeyi haber veren böceğin
salgıladığı alarm kokusu düşmanın da dikkatini çeker. Dolayısıyla kolonisini
tehlikeye karşı uyaran böcek ölümü de göze almış olur.112
Çayır köpekleri büyük koloniler
şeklinde yaşarlar. Adeta bir kent haline dönüşmüş olan yuvaları, yaklaşık 30
hayvanın yaşadığı bölümlere ayrılmıştır. Bu kentteki hayvanların tümü birbirini
tanır. Her zaman tünel dışında ve girişlerde bulunan tepeciklerin üzerinde her
yönü görebilecek şekilde arka ayakları üzerinde dikilmiş nöbet tutan hayvanlar
bulunur. Nöbetçilerden biri, bir düşman görürse, ıslık şeklinde bir dizi
havlama sesi çıkarır. Bu uyarı, diğer nöbetçiler tarafından yinelenir ve uyarı,
tüm kent tarafından duyularak alarm haline geçilmesini sağlar.113
Burada öncelikle dikkat çekilmesi
gereken bir nokta vardır. Canlıların birbirlerini fedakarca girişimlerle
uyarması elbette düşündürücüdür. Ancak daha da önemlisi bu hayvanların her
birinin birbirlerini "anlıyor" olmasıdır. Yukarıda söz ettiğimiz
canlılardan biri, örneğin tavşan kuyruğunu havaya kaldırdığı zaman, etrafındaki
diğer canlılar onun bir tehlike sinyali verdiğini hemen kavrarlar ve buna göre
önlem alırlar. Oradan uzaklaşmaları gerekiyorsa uzaklaşır, saklanmaları
gerekiyorsa saklanırlar. Burada düşünülmesi gereken şey şudur: Bu hayvanlar bu
işareti gördüklerinde kaçmaları gerektiğini anlıyorlarsa bu hayvanların daha
önceden bunu kendi aralarında konuşarak kararlaştırmaları gerekir ki, tek
komutta hemen uygulamaya geçirsinler. Bu tabii ki hiçbir akıl sahibi insanın
kabul edemeyeceği bir olaydır. Öyleyse kabul edilmesi gereken şey, ki bu gerçek
olandır: Bütün bu hayvanlar tek bir Yaratıcı tarafından yaratılmışlardır ve
O'nun ilhamı ile hareket etmektedirler.
Diğer bir örnek olarak üzerlerinde
yaşayan kuşların attığı çığlıkların tehlikeyi haber verdiğini gergedanların
anlayıp, buna tepki verdiklerinden söz ettik. Burada gözardı edilemeyecek
derecede şuurlu davranışlar söz konusudur. Şüphesiz bir canlının tehlikeye
karşı diğer canlıları uyaracak bir hareketi "akletmesi" ve
diğerleriyle anlaşıp bunu uygulamaya geçirmesi mümkün değildir. Şu durumda
karşımıza çıkan bu şuurlu ve akılcı hareketlerin tek bir açıklaması vardır: Bu
canlıların her birinin sahip oldukları yetenekler, sergiledikleri davranışlar kendilerine
öğretilmektedir. Tüm bunları söz konusu canlılara öğreten ve uygulatan,
herşeyin Yaratıcısı olan, yarattıklarını koruyup kollayan, sonsuz şefkat ve
merhamet sahibi olan Allah'tır.
Canlılar
Tehlikelere Birlikte Karşı Koyarlar
Sürü halinde yaşayan hayvanlar
tehlike anında birbirlerini uyarmanın yanı sıra tehlikeye de birlikte karşı
koyarlar. Örneğin küçük kuşlar, doğan veya baykuş gibi yırtıcı kuşlar
bölgelerine girdiklerinde topluca bu hayvanların çevresini sararlar. Bu arada
çevredeki diğer kuşları da bölgeye çekmek için özel bir ses çıkartırlar. Küçük
kuşların topluca gösterdikleri saldırgan hareketler, yırtıcı kuşları genellikle
bölgeden uzaklaştırır.114
Bir arada uçan bir kuş sürüsü de
aynı şekilde tüm sürü üyeleri için bir koruma sağlar. Örneğin sürü halinde uçan
sığırcıklar aralarında geniş bir mesafe bırakarak uçarlar. Ancak bir doğan
gördüklerinde aralarındaki boşlukları kapatırlar. Böylelikle doğanın sürünün
ortasına dalmasını zorlaştırırlar, doğan bunu yapsa bile kanatlarını sakatlar ve
avlanamaz.115
Memeli hayvanlar da sürülerine bir
saldırı olduğunda, toplu olarak hareket ederler. Örneğin zebralar
düşmanlarından kaçarken yavrularını sürünün ortasına alırlar. Bu konuyla ilgili
şöyle bir örnek verebiliriz: İngiliz bilim adamı Jane Goodall Doğu Afrika'daki
incelemeleri sırasında, düşmanlarından kaçan bir zebra sürüsünden üç zebranın
geride kalarak yırtıcı hayvanlar tarafından çevrelerinin sarıldığını görmüştür.
Gruplarından üç üyenin tehlike altında olduğunu fark eden diğer zebralar hemen
geri dönerek toynakları ve dişleri ile düşmanlarını kaçırarak diğer zebraları
kurtarmışlardır.116
Genel olarak bir zebra sürüsü
saldırıya uğradığında sürünün lideri olan zebra geride kalır ve dişiler ile
taylar önde koşarlar. Erkek zebra arkada zigzaglar çizerek koşar, çifteler
atar, hatta geri dönüp saldırgan hayvanları kovaladığı bile olur.117
Yunuslar da hep grup halinde
gezerler ve en büyük düşmanları olan köpekbalıklarına karşı grupça karşı
koyarlar. Yunuslar, köpekbalıkları yavrularını tehdit edecek şekilde
yaklaştıklarında iki yetişkin yunus gruptan ayrılarak köpekbalığının dikkatini
kendi üzerlerine çekerler. Köpekbalığının dikkati başka yöndeyken diğer grup
elemanları bir anda köpekbalığının çevresinin sararlar ve hepsi birden
köpekbalığına darbeler indirmeye başlarlar.118
Ama bundan daha ilginç bir başka
davranışları daha vardır. Yunus aileleri genellikle ton balığı sürüleriyle
birlikte yüzer ve onlarla beslenirler. Bu nedenle ton balığı avcıları da yunus
sürülerini takip ederler ve uygun gördükleri yerde ağlarını atarlar. Ancak ton
balıkları için atılan ağlara bazen yunuslar da takılırlar. Yunuslar nefes alan
canlılar oldukları için ağa takıldıklarında nefes alamadıkları için panik olup
şoka girerler ve denizin dibine doğru inmeye başlarlar. Ailelerine olan
bağlılıklarından dolayı, diğer yunuslar da hemen ağa takılan yunusun yardımına
giderler. Tüm aile üyeleri ağa takılan yunusla birlikte suyun dibine iner ve
onu kurtarmak için yukarı doğru itmeye çalışırlar. Ancak bu çabalarının
sonucunda genellikle çoğu solunum yapamadıkları için ölürler. Üstelik bu,
sadece tek bir yunus ailesine ait bir davranış değildir; tüm yunus aileleri
benzer durumlarda aynı özveriyi gösterirler.119
Gri balinalarda ise bir dişi
yaralandığı zaman, bir ya da birden fazla erkek balina ona yardım ederler.
Dişiyi solunum yapabilmesi için su yüzeyinde tutar ya da onu katil balinaların
saldırısından korurlar.120
Misk sığırları da bir saldırganla
karşılaştıklarında kaçmak yerine kendilerine bir güvenlik çemberi oluştururlar.
Tüm grup üyeleri düşmana arkalarını dönmeden geri geri giderek bir daire haline
gelirler. Yavrular bu dairenin merkezindedirler ve annelerinin uzun tüylerinin
altında saklanırlar. Yetişkinler yavruların çevresini kuşatarak onları tam bir
koruma altına alırlar. Saldırganların üzerine atılan bir misk sığırı saldırıdan
sonra yavruları koruyan dairenin dağılmaması için yerine geri döner.121
Hayvanların tehlike durumları
dışında, avlanma sırasında gösterdikleri işbirliği konusunda da oldukça çarpıcı
örnekler bulunmaktadır. Örneğin pelikanlar balık avlamaya daima kalabalık bir
sürü halinde giderler. Uygun bir koy seçtiklerinde ise, sahile karşı yarım bir
daire oluştururlar ve sığ suda gezinerek bu daireyi daraltırlar. Bu dairenin
içine giren tüm balıkları yakalarlar. Dar nehirlerde ve kanallarda iki gruba
bile ayrılırlar. Gece olduğunda da hepsi dinlenme yerlerine çekilirler ve hiç
kimse onları körfezdeki pozisyonları ya da dinleme yerleri konusunda kavga
ederken göremez.122
Canlıların birbirleriyle bu derece
içiçe yaşam sürmeleri, birbirlerini kollamaları, birlikte hareket etmeleri her
insanın üzerinde düşünmesi gereken konulardır. Çünkü başta da belirttiğimiz
gibi burada söz konusu olan canlılar, şuurlu, zeki insanlar değil, aklı,
bilinci olmayan zebralar, kuşlar, böcekler, yunuslar ve diğerleridir.
Elbette canlıların bu
işbirliklerini kendi iradeleriyle gerçekleştirdiklerini söylemek akıl sahibi
bir insan için mümkün değildir. Akıl sahibi bir insanın bu gerçekler karşısında
varması gereken sonuç şudur: Doğadaki herşey sonsuz ilim ve kudret sahibi bir
Yaratıcı'nın eseridir. O Yaratıcı tüm canlıları, insanları, hayvanları,
böcekleri, bitkileri, canlı cansız tüm varlıkları yaratan Allah'tır. O, üstün
kudret, şefkat, merhamet, akıl, ilim ve hikmet sahibidir. Ve ardından kendisine
Kuran'da bildirilen şu ayetler üzerinde düşünmelidir:
Şu halde hamd göklerin Rabbi, yerin
Rabbi ve alemlerin Rabbi Allah'ındır. Göklerde ve yerde büyüklük O'nundur. O,
üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Casiye Suresi, 36-37)
"Göklerin, yerin ve ikisi
arasında bulunanların Rabbidir, üstün ve güçlü olan, bağışlayandır." (Sad
Suresi, 66)
Birbirlerini
Kollayan Afrika Kuşları
Sürüler halinde hareket eden Afrika
kuşları da birbirleriyle son derece uyumludurlar ve oldukça çarpıcı bir
yardımlaşma örneği gösterirler. Bu kuşların temel besin kaynaklarını,
üzerlerine kondukları ağaç dallarında bulunan meyveler oluşturur. Dalların uç
kısımlarında bulunan meyvelerden beslenmek ise ilk bakışta bu kuşlar açısından
oldukça zordur. Çünkü meyveler, dalların en uç bölümünde yer aldığından,
sürünün ancak meyvelere yakın olan kısımlarına konabilen üyeleri bunlardan
beslenebilecek, geri kalanları ise, hem dal üzerinde konabilecekleri yeterli
yer bulunmadığından hem de meyve sayısının az miktarda olmasından dolayı aç
kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır. Ancak durum hiç de sanıldığı
gibi olmaz.
Birlikte hareket ederek ağaca
yönelen Afrika kuşları, sanki aralarında anlaşma sağlamışlar gibi dalların
üzerine sırayla konarak, yanyana gelecek şekilde dizilirler. Dalın ucunda
bulunan meyvelere en yakın yere konmuş olan kuşlar, kopardıkları meyveyi sıra
ile yanlarındaki diğer koloni üyelerine vererek, meyvenin ağızdan ağıza
taşınmasını ve böylece dalın en dip kısmında bulunan diğer Afrika kuşlarına ulaştırılmasını
sağlarlar. Bu hayvanların böylesine üstün bir fedakarlığı gösterebilecek bir
akla ve iradeye sahip olmadıkları düşünüldüğünde akla ilk gelen, sıranın en
başında bulunan kuşun, topladığı meyveyi yalnızca kendisine ayırabileceği ve
böylece sürünün tüm beslenme düzeninin de bozulabileceği ihtimalidir. Ancak tüm
sürüdeki kuşların buldukları meyveleri öncelikle kendilerine ayırmaları
beklenirken, bu hayvanlar hiç görülmedik bir düzen ve disiplin içerisinde,
sürünün beslenmesi için olabilecek en uygun yöntemi uygularlar. Dal üzerindeki
bu sıralanışta kuşlardan hiçbiri bu düzeni bozacak bir tavır içerisinde
bulunmaz. Ancak yapılan bu yardımlaşma, yine de tüm sürünün bir kerede
beslenmesine olanak sağlamaz. Çünkü kuşların üzerine kondukları daldaki meyveler,
genelde sürünün içerdiği sayıdan çok daha azdır. Bu yüzden kuşlar her ne kadar
topladıkları meyveleri ağızdan ağıza geçirmek suretiyle birbirlerine
nakletseler de, sürünün bir bölümü yeterli meyve olmadığından aç kalacaktır.
Halbuki Afrika Kuşları dala her yeniden konuşlarında, dalların meyvelere yakın olan kısımlarına bu
sefer sıranın en sonunda kalmış ve yeterince beslenememiş olanları konar ve
dağıtım işine ilk önce onlar başlar.123
Doğum Sırasında
Yardımlaşan Hayvanlar:
Özellikle memeli hayvanlar
doğumları esnasında tehlikeye son derece açık bir durumdadırlar. Hem anne hem
de yeni doğan yavrular avcı hayvanlar için kolay birer avdırlar. Ancak
genellikle bu canlılar doğum yaparlarken yanlarında sürülerinden biri yardımcı
olarak bulunur.
Örneğin dişi antilop yavrulayacağı
zaman, sürünün dışında çalılıkların arasında bir mekanı tercih eder. Doğum
esnasında ise yalnız değildir. Yanında sürüde bulunan bir başka dişi ona yardım
etmek için hazır bulunmaktadır.
Doğum esnasında yardımlaşmalarıyla ünlü
olan diğer canlılar ise yunuslardır. Yunus yavrularının doğar doğmaz su
yüzeyine çıkmaları gerekir. Bu nedenle dişi yunus doğum esnasında yavruya
yardım ederek onu burnuyla su yüzeyine doğru iter. Doğumdan hemen önce, anne
yunusun hareketleri ağırlaşır. Bu nedenle doğum anında dişi yunusun yanında,
ona doğumda yardımcı olmak üzere topluluktaki iki dişi yunus daha bulunur.
Yardımcı yunuslar, doğumdan önce ona bir zarar gelmemesi için anne yunusun iki
yanında yüzerler. Görevleri, doğumdan önce hareketleri ağırlaşan ve bu nedenle
herhangi bir tehlikeye karşı koyabilecek bir güce sahip olmayan anneyi
korumaktır. Özellikle de doğum sırasında akan kanın kokusu yüzünden
bulundukları yere gelebilecek köpek balıklarına karşı anneyi büyük bir dikkatle
çevrelerler.
İlk iki hafta yavru annesinin
yanından hiç ayrılmaz. Küçük yunus doğduktan kısa bir süre sonra yüzmeyi
başarır ve bu süre zarfında da yavaş yavaş annesinden uzaklaşmaya başlar. Ancak
yeni doğum yapmış olan anne yunus, yavrunun hızlı ve atak hareketlerine ayak
uyduramayacağı ve onu yeterince koruyup gözetemeyeceği için bu durumda yine
devreye yardımcı dişi yunus girer ve yavruya mükemmel bir koruma oluşturur.124
Anne file de doğum öncesinde
yardımcı olmak üzere her zaman için topluluktaki diğer dişi fillerden biri
hazır bulunur. Sık çalılık ve ağaçların arasında ustalıkla saklanan anne ve ona
doğumda yardımcı olacak olan dişi fil, yavru fili yıllar boyu korumaya devam
ederler. Dişi fil, yanında yavrusu varken çok daha saldırgan ve tetiktedir.125
Fillerin ve diğer canlıların doğum
öncesinde aralarında nasıl anlaştıkları, yardımcı olacak olan hayvanın doğum
vaktinin geldiğini ve arkadaşının yardıma ihtiyacı olacağını nasıl tespit
edebildiği elbette ki sorulması gereken sorulardır. Hayvanların hiç birinde bunları
kendi akıl ve iradeleriyle başaracak bir yetenek yoktur. Ayrıca dünyanın her
yerinde, söz gelimi filler, bu şekilde birbirlerine yardımcı olurlar. Aynı şey
yunuslar ve diğerleri için de geçerlidir. Bu, hepsinin tek bir Yaratıcı
tarafından yaratıldıklarının ve aynı Yaratıcı'nın her an denetimi altında
olduklarının açık bir göstergesidir.
Başkalarının
Çocuklarına Bakıcılık Yapanlar
Memeli grupları çoğunlukla yakın
aile bağları kurarlar. Örneğin tipik bir kurt sürüsü bir erkek ve bir dişiyi,
yeni doğan yavruları ve belki de önceki doğumdan olan bir veya iki genci
içerir. Bütün yetişkinler yavruları savunmada yardımcı olurlar. Bazen sürüdeki
dişilerden biri
"bebek-bakıcılığı" için gece boyunca yuvada kalır. Böylelikle yavruların annesine, sürünün geri kalanı ile
beraber ava gitmesi için fırsat tanır.
Afrikalı av köpekleri de her biri
yaklaşık on hayvandan oluşan benzer sürüler içinde yaşarlar. Erkekler ve
dişiler yavruların korunması ve beslenmesi konusunda işbölümü yaparlar. Hatta
yavrulara bakmak için adeta yarışırlar. Bir avı öldürdükten sonra, avlarını
sırtlanlardan korumak amacıyla yetişkinler, yavruların etrafında daire
oluştururlar ve ilk olarak yavruların beslenmesine izin verirler.126
Babun sürüsünde ise genellikle
grubun lideri hasta veya yaralı babuna yardım eder. Yetişkin babunlar, anne
veya babası olmayan bir yavruyu evlat edinebilirler. Öksüz yavrunun sürünün
içinde kendileriyle birlikte yürümesine ve gece yanlarında kalmasına izin
verirler. Sürü yer değiştirirken eğer annesinin sırtında taşıyamayacağı kadar
küçük bir yavru varsa anne yavrusunu elinden tutarak yürütmek zorunda kalır.
Ancak yavru çabuk yorulduğu için sık sık durulması gerekir. Bu da sürüden geri
kalmalarına neden olur. Bunu fark eden grup lideri hemen geri döner, anne babunun
yanında ilerlemeye ve yavru durdukça onlarla durmaya başlar.127
Çakallar genellikle sütten
kesildikten sonra da anneleriyle kalırlar ve annelerinin kendilerinden sonra
doğurduğu yavrulara bakarlar. Yardımcı çakal yavrulara yiyecek getirerek ve
vahşi hayvanları yuvadan uzak tutarak yavrulardan birçoğunun hayatta kalmasına
yardımcı olur.128
Kardeşlerine bakan canlıların tek
örneği çakallar değildir. Su tavuğu ve pencere kırlangıcı türlerinde de ilk
yuvadaki yavrular, ikinci yuvada yeni doğmuş olanların büyümelerine yardımcı
olurlar.
Birçok arı kuşu çifti ise, başka
bir çifte yavrularının bakımında yardımcı olurlar. Bu tür yardımlaşmalar,
kuşlar arasında çok sık görülür.129
Canlıların kendilerine ait olmayan
yavrulara bakmaları, onların sorumluluklarını üstlenmeleri evrimcilerin
iddialarını tamamen geçersiz kılan delillerden biridir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi evrimciler fedakarlıkta bulunan hayvanların, genlerini bir
sonraki nesle aktarma kaygısıyla hareket ettiklerini, dolayısıyla fedakarlık
gibi görünen davranışların aslında bencilliklerinden kaynaklandığını iddia
ederler. Ancak bu bölümde de görüldüğü gibi hayvanlar sadece kendi genlerini
taşıyan canlılara değil, diğer ihtiyaç içindeki canlılara da yardımda
bulunmaktadırlar. Yani daha önce üzerinde durduğumuz evrimcilerin "Bencil Gen" teorisi de diğerleri
gibi bilimsel bir değer taşımamaktadır. Akla ve bilince sahip olmayan bir
canlının genlerini bir sonraki nesle aktarma kaygısı taşıması zaten imkansızdır.
Canlının genlerinin böyle bir kaygı için programlandığını iddia etmek ise, bu
programı gerçekleştiren bir aklın ve bilincin varlığını kabul etmektir.
Açıktır ki doğada karşımıza çıkan
her canlı ve bu canlıların sahip olduğu özellikler üstün bir Yaratıcı'nın
varlığını açıkça göstermektedir. İşte o Yaratıcı, üstün şefkat ve merhamet
sahibi olan Allah'tır.
Kolonilerdeki
Fedakar Yaşam
Karıncalar, arılar ve termitler
disiplin, itaat, iş bölümü, dayanışma ve fedakarlık üzerine kurulu bir
organizasyon içerisinde yaşarlar. Bu minik canlılar, kendi hayatlarını hiçe
sayarak, larvadan çıktıkları andan ölene kadar bütün enerjilerini larvalarını
ve kolonilerini korumak ve beslemek için kullanırlar. Birbirleriyle
yiyeceklerini paylaşırlar, bulundukları ortamı temizlerler ve hatta
gerektiğinde diğerleri için canlarını verirler.
Herkes ne iş yapması gerektiğini
çok iyi bilir ve onu kusursuzca yerine getirir. Her biri için kolonisindeki
diğer canlılar ve özellikle savunmasız larvalar birinci plandadır. Arıların,
termitlerin ve karıncaların arasında bir tek bencil harekete rastlamak mümkün
değildir. Bu yüzden de koloni halinde yaşayan bu canlılar kusursuz bir düzen
içinde hayat sürerler ve büyük başarılar elde ederler.
Peter Kropotkin, kitabında
karıncaların ve termitlerin karşılıklı yardımlaşma sonucunda ne kadar büyük bir
başarı kazandıklarıyla ilgili bir tespitini şöyle dile getirmektedir:
Termit ve karıncaların muhteşem yuva ve
binalarının, şayet insanlarınki ile aynı ölçülerde olsaydı, çok daha üstün
olduğu görülecekti. Asfaltlanmış yolları ve yer üstü tonozlanmış galerileri,
geniş holleri ve tahıl ambarları, tahıl alanları, hasat etme işlemleri, yumurta
ve larvalarının bakımındaki akılcı metodları, ... ve son olarak cesaretleri ve
üstün akılları, tüm bunlar, yoğun ve yorucu yaşamlarının her aşamasında uyguladıkları
karşılıklı yardımlaşmanın doğal bir sonucudur.130
Bu bölümde karınca kolonilerinde ve
arı kovanlarında görülen bazı fedakarlıklara ve işbirliklerine yer
verilecektir.
Karınca
Kolonilerinde Yaşanan Bazı Fedakarlıklar
1.
Karınca kolonilerinin en önemli özelliklerinden biri karıncaların birbirleriyle
yiyeceklerini paylaşmalarıdır. Aynı koloniden iki karınca karşılaştığında eğer
biri aç veya susuzsa ve diğerinin kursağında çiğnenmiş ve yarı sindirilmiş
yiyecek varsa, ihtiyacı olan karınca yemek talebinde bulunur. Ve kursağı dolu
olan karınca bunu hiç bir zaman geri çevirmez, yiyeceğini diğeri ile paylaşır.
Karıncalar larvalarını da kursaklarındaki yiyeceklerle beslerler. Hatta çoğu
zaman kendilerine diğerlerine ikram ettiklerinden daha az yiyecek ayırırlar.131
2. Karınca yuvalarında mükemmel bir işbölümü vardır ve her bir
karınca üzerine düşen görevi büyük bir özveri ile yerine getirir. Bu
karıncalardan biri de kapıcı karıncalardır. Bu karıncalar yuvanın girişlerini
korumakla görevlidirler. Yuvaya sadece kendi kolonilerinden olan karıncaları
alır ve diğerlerini kabul etmezler. Kapıcı karıncaların başlarının büyüklüğü
yuvanın girişi ile aynıdır ve bu özel tasarlanmış kafa yapılarıyla yuvanın girişini tıkarlar. Kapıcılar gün
boyunca hiç kıpırdamadan kapının girişinde beklerler.132 Dolayısıyla bir tehlike
durumunda düşmana ilk karşı koyması gerekenler kapıcı karıncalar olur.
3.
Karıncalar midelerindeki yiyeceği paylaşmalarının yanısıra, buldukları besin
kaynaklarını da mümkün olduğunca çok karıncaya haber vermek için çaba
gösterirler. Davranışlarında sadece kendilerini düşünen bir mücadele yoktur.
Besin kaynağını ilk keşfeden karınca kursağını doldurarak yuvaya döner.
Dönerken karnının ucunu kısa aralıklarla yere sürer ve kimyasal bir işaret
bırakır. Bununla da yetinmez, yuvaya döndüğünde kısa süren hızlı bir tur atar.
Bunu 3 ila 6 kez yapar. Bu hareket yuva arkadaşlarının onunla bağlantıda
olmalarını sağlar. Böylece kaşif karınca besin kaynağına geri dönerken
arkadaşları da onu izlerler.
4. Yaprak
kesici karınca kolonisinin orta boylu işçileri günlerinin tamamını yaprak
taşımakla geçirirler. Ancak yaprak taşırken son derece savunmasızdırlar.
Özellikle de bir sinek türüne karşı. Bu sinek türü yumurtalarını karıncanın
kafasına bırakır. Karıncanın vücudunda zamanla gelişip yumurtadan çıkan sinek
larvası hayvanın beynine kadar ilerleyerek ölümüne neden olabilir. İşçi
karıncalar yaprak taşıdıkları zamanlarda bu tehlikeli düşmanlarına karşı
kendilerini koruyamayacak durumdadırlar. Ancak onların yerine bu görevi üstlenen
başkaları vardır. Aynı kolonide yaşayan küçük boylu karıncalar taşınan
yaprakların üzerine yerleşirler ve sineğin saldırısı sırasında bu küçük
koruyucular yaprağın üzerinden düşmana karşı mücadele verirler.133
5. Bazı
karıncalar, yaprak bitlerinin yüksek oranda şekerli madde içeren sindirim
artıkları ile beslenirler ve bu nedenle bu karıncalara bal karıncaları denir.
Bal karıncaları yaprak bitinden emdikleri bu şekerli besini yuvalarına taşırlar
ve burada son derece ilginç bir yöntemle depolarlar. Genç işçi karıncalardan
bazıları "canlı kavanoz" görevi görürler. Balı yutan işçiler yuvaya
dönünce, ağızlarından balı geri çıkararak balı saklayacak olan genç işçilerin
ağızlarına boşaltırlar. Bal taşıyıcı karıncalar, vücutlarının alt kısmını
şişirerek bal kesesi olarak kullanırlar. Bazen büyüklükleri bir üzüm tanesi
kadar olabilir. Her odada 25-30 kadarı, ayaklarıyla tavana yapışır ve yer
değiştirmezler. Eğer herhangi biri düşecek olursa, işçiler tarafından hemen
eski pozisyonuna döndürülür. Canlı kavanozların taşıdıkları bal, karıncanın
yaklaşık 8 katı ağırlığındadır. Kışın ya da kurak mevsimlerde, sıradan işçiler
bal kavanozlarını ziyaret ederek günlük besin ihtiyaçlarını karşılarlar. İşçi
karınca ağzını kavanoz görevi gören karıncanın ağzına yerleştirir ve balı
taşıyan karınca bal kesesindeki kaslarını kasarak ufak bir damla bal damlatır.
Kuşkusuz karıncaların kendi iradeleriyle böyle bir depolama sistemi
geliştirmeleri imkansızdır. Dahası kavanoz görevi gören karınca büyük bir
fedakarlıkta bulunmaktadır. Kendi ağırlığının 8 katı ağırlığında bir yük
taşıyarak uzun bir süre ters asılı durmak önemli bir fedakarlıktır ve bu
karıncaların bundan bekledikleri hiçbir karşılık yoktur. Büyük bir sabırla ters
asılı olarak beklerler ve kolonideki karıncaların tek tek beslenmelerine
yardımcı olurlar. Bu metodun ve bu metoda uygun vücut yapısının tesadüfler
sonucunda oluşamayacağı kesin bir gerçektir. Ve nesiller boyunca her bal
karıncası kolonisinde bu görevi gönüllü olarak üstlenen karıncalar
bulunmaktadır. Bu, tüm bal karıncalarının Rableri olan Allah'ın ilhamı ile
hareket ettiklerinin çok açık bir delilidir.
6.
Karıncaların zaman zaman uyguladıkları bir savunma metodu da, gerektiğinde
kolonilerini korumak uğruna intihar ederek, düşmanlarına zarar vermeye
çalışmaktır. Birçok karınca türü bu intihar saldırılarını çeşitli şekillerde
gerçekleştirir. Bu karıncaların en ilginç olanlarından biri Malezya'nın yağmur
ormanlarında yaşayan karınca türüdür. Bu karıncanın çenesinden vücudunun
arkasına doğru uzanan zehirle dolu bir salgı bezi bulunur. Eğer karınca
düşmanları tarafından sarılırsa, karın kaslarını şiddetli bir şekilde kasarak
salgı bezlerini yırtar ve zehiri düşmanın üzerine püskürtür ve ölür.134
7. Dişi
ve erkek karıncalar üreyebilmek için ayrı ayrı fedakarlıkları göze alırlar.
Çiftleşme uçuşundan kısa bir süre sonra kanatlı erkek karınca ölür. Dişi
karınca ise kendine uygun bir yuva arar ve bulduğunda buraya girerek ilk iş
olarak kanatlarını koparır. Daha sonra girişi kapatarak haftalarca, bazen
aylarca yiyeceksiz ve yalnız başına kalıp, kraliçe karınca olarak ilk
yumurtalarını bırakır. Bu zaman içinde kanatlarını yiyerek yaşar. İlk
yumurtadan çıkan larvaları kendi salyasıyla besler. Bu, kraliçe karıncanın tek
başına özveride bulunarak geçirdiği bir dönemdir. Bu şekilde kolonisini kurmaya
başlar.
8. Eğer
yuvaları istila edilirse, karıncalar her ne pahasına olursa olsun yavrularını
korumak için harekete geçer. Yuvadaki asker karıncalar hemen saldırının
yapıldığı bölgeye hücum eder ve düşmanla savaşır. İşçi karıncalar ise yardıma
muhtaç larvaların hayatını kurtarmak üzere, çocuk odalarına koşar. Larvaları ve
genç karıncaları çenelerinde yuvanın
dışına taşırlar ve düşmanları gidene kadar onları bir yere saklarlar.135 Böyle bir tehlike anında karınca gibi bir
hayvandan beklenen kendi başının çaresine bakması ve kendine gizlenecek bir yer
aramasıdır. Ancak ne asker karıncalar, ne kapıda nöbet tutan karıncalar ne de
işçi karıncalar kendi hayatlarını düşünmezler. Her biri bir diğeri için kendi
hayatını ortaya koyar. Bu, olabilecek en üst seviyede bir fedakarlıktır. Ve
milyonlarca yıldır bütün karıncalar bu şekilde davranırlar.
Buraya kadar anlattıklarımız
kuşkusuz hayvanlar aleminde yaşanan son derece şaşırtıcı davranışlardandır.
Ancak önemle dikkat edilmesi gereken, bu şaşırtıcı davranışları gerçekleştiren
canlıların son derece küçük karıncalar oluşudur. Karıncalar insanların her gün
görmeye alışık oldukları, çok fazla önemsemedikleri canlılardır. Ancak onların
farkında olmadığımız bu davranışlarını incelediğimizde karşımıza çıkan akıl,
gözardı edilemeyecek derecede büyüktür. Gözle görülemeyecek kadar küçük sinir
bağlantılarından oluşan bir beyne sahip olan bu varlıklar, kendilerinden hiç
beklenmeyen, adeta şuurlu olaylar gerçekleştirirler. Çünkü bu canlılar
milyonlarca yıldır, hiç şaşırmadan, tek bir tanesi dahi disiplini bozmadan
kendilerine emredileni kusursuzca uygularlar.
Onlar Yaratıcıları olan Allah'a teslim olmuşlardır ve O'nun ilhamı ile
hareket ederler.
Karıncalar gibi tüm canlıların
Allah'a olan teslimiyetleri Kuran'da şöyle bildirilir:
… Oysa göklerde ve yerde her ne
varsa -istese de, istemese de- O'na teslim olmuştur ve O'na
döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)
Arı Kovanlarındaki
Fedakarlıklar
Karıncalarda görülen uyum ve
dayanışmanın bir benzeri de arı kovanlarında yaşanır. Özellikle işçi arıların
gösterdikleri fedakarlıklar işçi karıncalarla büyük benzerlikler gösterir. Her
iki türün işçileri de yuvalarındaki kraliçe ve kendilerine ait olmayan larvalar
için ölene kadar durmaksızın çalışırlar.
Bir arı kovanında kraliçe,
kraliçeyi döllemekten sorumlu olan erkekler ve işçi arılar bulunur. Kovanın tüm
faaliyetleri belirttiğimiz gibi işçi arılara aittir. Peteklerin inşası, kovanın
temizliği ve güvenliği, kraliçenin ve erkek arıların beslenmeleri, larvaların
bakımı, yumurtaların büyüyeceği odaların yetişecek arıya (işçi, kraliçe, erkek)
göre inşası, bu odaların hazırlığı, temizlenmesi, yumurtaların gelişeceği uygun
ısının ve nemin sağlanması, arı larvalarının ihtiyaca göre beslenmesi (arı
sütü, bal ve polen karışımı), nektar, çiçek tozu, su ve reçinenin toplanması…
Bir işçi arının yaşamı boyunca
geçirdiği evreleri ve bu dönemlerde sergilediği fedakarca davranışları şöyle
sıralayabiliriz:
1. Bir
işçi arının ömrü yaklaşık 4-6 haftadır. İşçi pupadan çıktıktan sonra 3 haftadan
biraz daha kısa bir süre boyunca kovanın içinde çalışır. İlk işi gelişmekte
olan arılara dadılık etmektir. İşçi depolardan aldığı bal ve çiçek tozları ile
beslenir ancak aldığı besinin büyük kısmını larvalara yedirir. Bunu kısmen
besini geri çıkartarak, kısmen de başındaki belirli bazı salgı bezlerinden
salgıladığı peltemsi maddeyi onlara
vererek yapar.
Burada bir an durup düşünmek
gerekir. Pupadan yeni çıkmış bir canlı yapması gereken görevi nasıl bilir ve
bunu neden asla itiraz etmeksizin tüm balarıları uygularlar? Olması gereken,
pupadan çıkan bir balarısının hiçbir şuur alameti göstermeden, fedakarlıkta
bulunmadan kendi yaşamını sürdürmeye çalışmasıdır. Ama böyle olmaz, arı
kendinden beklenmeyecek bir disiplin ve sorumluluk anlayışıyla dadılık görevini
yerine getirir.
2. İşçi
arı yaklaşık 12 günlük olduğu sırada balmumu bezleri de gelişir. Arı o zaman
içinde larvaların büyütüldüğü ve besinin depolandığı, altıgen hücrelerden
oluşan kovanı onarma ve eklemeler yapma işine başlar.
3. İşçi
arı 12 günlükten 3 haftalık oluncaya kadar yuvaya dönenlerin getirdikleri
balözü ve çiçektozlarını alır. Balözünü bala çevirerek depo eder. Aynı zamanda
kovanın temizlenmesi ile ilgilenir. Ölü arıları ve diğer çöpleri dışarı taşır.
4. 3
haftalıkken artık kovan için gerekli olan balözü, çiçektozu, su ve reçineyi
toplamaya gidebilecek durumdadır.
Yeterli olgunluğa erişmiş olan
işçiler balözü veren çiçek aramak için dışarı çıkarlar. Besin sağlamak çok
yorucu bir iştir. Bir işçi arı 2-3 hafta çalıştıktan sonra bitkinleşir ve ölür.136 Ancak asıl önemli olan şudur; bir arı kendi
ihtiyacının çok üzerinde bal üretir. İşte bu, açıklanması gereken bir durumdur.
Yalnızca kendi yaşamını sürdürme mücadelesi içinde olan, şuursuz bir canlının
böyle zahmetli bir çalışmayı ısrarla, asla vazgeçmeden sürdürmesi kesinlikle
evrimci safsatalarla açıklanamaz.
Burada karşımıza çıkan Allah'ın bir
başka ayetidir. Daha önce de bildirdiğimiz gibi Allah Nahl Suresi'nde
balarısına bal üretmesini "vahyettiğini" bildirir. İşte balarılarının
gösterdikleri üstün fedakarlık örneğinin tek sebebi budur. Onlar Rablerinin
kendilerine olan emrini yerine getirmektedirler. Bu gerçek karşısında insana
düşen ise Nahl Suresi'ndeki ayetin devamında haber verilir; "… Şüphesiz
düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl
Suresi, 69)
5. İşçi
arıların besin aramaya çıkmadan önce yaptıkları çok önemli bir görevleri daha
bulunmaktadır: Nöbetçilik.
Her balarısı kovanının önünde
nöbetçi arılar bulunur. Görevleri, kovana girmeye çalışan yabancılara karşı
koymak ve onları geri püskürtmektir. Kovanın kokusunu taşımayan herhangi bir
canlı, diğer arılar ve larvalar için bir tehlike ve bir düşman olarak kabul
edilir.
Bir yabancı, kovan girişinde
göründüğü zaman, nöbetçi arılar çok sert tepkiler verirler. Kanatlarının hızlı
vızıltısı hemen yakındaki diğer arıları uyarır. Nöbetçiler yabancıya karşı
zehirli iğnelerini kullanırlar. Bu zehir aynı zamanda kovanda yayılan bir koku
içerir ve kuvvetli bir tehlike sinyali olarak etki eder. Bunun üzerine arılar
savaşmaya hazır olarak kovanın girişine gelirler.
Eğer nöbetçi arı düşmanını sokarsa,
yaraladığı yerden zehir enjekte ederek, daha fazla koku salar. Koku ne kadar
kuvvetli olursa, arılar da o kadar heyecanlı ve savaşçı olurlar.137
Bir arı kovanını korumak aslında
intihar anlamına gelebilir. Bir balarısının iğnesi, bir kirpinin dikeni gibi
küçük oklara sahiptir. İğne birçok hayvanın etinden geri çekilemeyebilir. Arı
uçmaya çalışırken iğne deride takılı kalır ve arının karnının arka tarafı
yırtılır. Karnın yırtılmış kısmında, zehir salgısı ve onu kontrol eden sinirler
vardır. Arı bu yaralanmadan dolayı ölürken, kovanın geri kalanı bundan fayda
sağlar. Ölen arıdan kopan salgı bezi, kurbanının yarasına zehir pompalamaya
devam eder.138
Küçücük bir canlının dünyaya
geldiği andan itibaren hiç durmadan ve yorulmaksızın başkaları için çalışması,
onlara büyük bir itina göstermesi ve hatta
onlar için ölümü göze alması
nasıl açıklanabilir? Dahası dünyanın her yerinde ve milyonlarca yıldır tüm
balarıları ve karıncalar aynı fedakarlıkları göstermektedirler. Kısacık
ömürlerine sayısız fedakarlığı sığdıran bu canlıların üstün bir Yaratıcı olan
Allah'ın ilhamı ile hareket ettikleri apaçık bir gerçektir.
"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiç bir canlı
yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda
olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)
SONUÇ
Bu kitapta davranışlarından
örnekler verilen canlıların ortak özellikleri fedakar, merhametli ve şefkatli
olmalarıdır. Her biri yavrularına, eşlerine veya diğer herhangi bir hayvana
karşı son derece koruyucu, düşkün ve merhamet dolu davranışlar gösteren bu
canlılar, aynı zamanda birbirlerinin güvenliği için akılcı önlemler alır,
birbirlerine zekice yöntemlerle yiyecek sağlar hatta, usta mimarlar ve
mühendisler gibi çalışarak mimari harikalar meydana getirirler.
Ancak kitap boyunca da sıkça
tekrarladığımız gibi, unutulmaması gereken önemli bir nokta bulunmaktadır: Burada
söz konusu olan canlılar kimi zaman küçücük bir böcek, kimi zaman bir kuş veya
bir kurbağadır. Çoğunlukla bir beyine bile sahip olduklarını söyleyemeyeceğimiz
bu canlılardan böylesine zekice ve bilgi gerektiren buluşlar, davranışlar
beklemek doğru olur mu?
Veya bir böcek ya da bir kuş
şefkati, merhameti ve fedakarlıkta bulunmayı bilir mi?
Bir hayvan böylesine üstün manevi
değerlere sahip olabilir mi?
Bir penguenin, ölümü göze alarak,
eşine ve yavrularına sadakatle bağlanmasını nasıl açıklayabiliriz?
Kendilerini yavrularıyla
düşmanlarının arasına atan ceylanlar veya zebralar, bunu neden yaparlar?
Canlılığın tesadüfler sonucunda,
cansız maddelerden oluştuğunu ileri süren evrim teorisi için bu soruların her
biri büyük bir sorundur. Evrimciler canlıların bunları içgüdüleri ile
yaptıklarını ve içgüdülerinin de genlerinde programlı olduğunu iddia ederler ve
bu iddiaları onları daha da önemli bir açmaza sokar. Çünkü bu iddianın ardından
şöyle bir soru gelmektedir: Bu içgüdüleri, yani fedakarlığı, merhameti,
şefkati, yuva inşa etme becerisini ve bilgisini bu canlıların genlerine kim
programlamıştır? Birdenbire, fosfat, karbon gibi cansız elementlerden
oluşmuş bir gende bu özelliklerin programı nasıl oluşmuştur?
Evrimcilerin bu sorular için hiçbir
cevapları yoktur. Sadece boşluğu doldurmak ve fazla düşünmeyen insanların
gözlerini boyayabilmek için, canlıların genlerine bu özelliklerin "tabiat
ana" tarafından kodlandığını söylerler. Sıkça duyduğunuz cümlelerden
biridir "doğa canlılara yavrularına bakma içgüdüsünü vermiştir" veya
"doğa kuşlara yuva yapma yeteneğini verir". Peki doğanın böyle bir
gücü olabilir mi? Doğa dediğimiz şey kendisi de yaratılmış olan ağaçlardan,
taşlardan, nehirlerden, dağlardan, sudan, topraktan oluşan bir bütündür. Acaba
doğanın hangi parçası canlılara bu özelliklerini kazandırma gücüne, yeteneğine,
bilgi ve bilincine sahiptir?
Doğaya yaratma gücü atfeden
evrimciler aslında Kuran'da tarif edilen klasik inkarcı mantığından farklı bir
tavır göstermez, doğayı "ilah edinirler". Halbuki doğanın
kendisi bu özelliklerin hiçbirine sahip olmayan, kendisi de yaratılmış ve
yaratılmakta olan bir varlıklar bütünüdür. Kuran'da aciz varlıklara ilahlık
verenler şöyle bildirilir:
O'nun (Allah'ın) dışında, hiçbir
şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne
zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya
güçleri yetmeyen bir takım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)
Hiçbir gücü ve bilinci olmayan
varlıkların diğer varlıklara şuur, zeka, bilgi, yetenek, manevi kavramlar
türünden özellikler kazandırmaları, akıl ve mantık kuralları açısından, elbette ki mümkün
değildir.
Gerçek çok açıktır ve gözler
önündedir: Bu canlılara şefkatli, merhametli ve fedakar davranışları
yaptıran, Kendisi sonsuz merhametli ve şefkatli olan, tüm canlıların Yaratıcısı
ve koruyucusu, Rahman ve Rahim olan Allah'tır.
Bu kitapta çok sınırlı örneklerini
verdiğimiz fedakarlıklar, şefkat ve merhamet örnekleri, bizi ve tüm varlıkları
yaratan ve her an ayakta tutan Rabbimiz'in
sonsuz şefkatinin ve merhametinin göstergeleridir. Bir kuş yavrusunu veya küçük
bir ceylanı korumaya, beslemeye, gözlemeye karar veren onların şuursuz ve
hiçbir şeye akıl erdiremeyen anneleri değildir. Allah bu canlılara yavrularını korumayı
veya beslemeyi ilham ettiği için onlar gece gündüz hayatları pahasına
fedakarlıklarda bulunurlar.
Rabbimizin sınırsız merhameti ve
şefkati sadece bu canlıları değil, insan dahil olmak üzere tüm evreni kuşatır.
Bu nedenle düşünen ve gerçeği gören vicdan ve akıl sahibi kişiler Allah'ı şöyle
anarlar:
"…Doğrusu benim Rabbim, her
şeyi gözetleyip-koruyandır." (Hud Suresi, 57)
Ve de ki:
"Rabbim, bağışla ve merhamet et, sen merhamet edenlerin en
hayırlısısın." (Müminun Suresi, 118)
EVRİM YANILGISI
Bu kitap boyunca hep cansız doğayı,
yani gök cisimlerini, ışığı, atomları, elementleri inceledik. Bu incelemeden
ortaya çıkan sonuç, evrenin asla bir rastlantı ürünü olamayacağıdır. Aksine,
evrenin her detayı, üstün bir yaratılışa işaret etmektedir. Evrendeki bu yaratılış
gerçeğini reddetmeye çalışan materyalizm ise, bilim dışı bir safsatadan başka
bir şey değildir.
Materyalizmin bu şekilde geçersiz
kılınması, bu felsefeye dayanan diğer tüm teorileri de elbette temelsiz
bırakmaktadır. Bunların başında ise Darwinizm, yani evrim teorisi gelir.
Canlılığın, cansız maddelerden tesadüflerle oluştuğunu iddia eden bu teori,
evrenin Allah tarafından yaratılmış olduğunun ortaya çıkmasıyla, aslında
yıkılmış durumdadır. Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross, bunu şöyle açıklar:
Ateizm, Darwinizm ve 18. yüzyıldan
başlayıp 20. yüzyıla kadar uzanan felsefelerden doğan tüm "izm"ler,
evrenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımına, bu yanlış varsayıma
dayanmışlardır. Big Bang'in tekilliği ise, bizleri evrenin ardında yer alan bir
Sebep'le yüzyüze getirmiştir ki, bu Sebep, hayat dahil her şeyin asıl
kaynağıdır.139
Evreni yaratan ve en ince
ayrıntısına kadar düzenleyen Allah'tır. O halde canlıların Allah tarafından
yaratılmadıklarını, tesadüflerin ürünü olduklarını savunan evrim teorisinin de
doğru olması mümkün değildir.
Nitekim evrim teorisini
incelediğimizde, gerçekten bu teorinin bilimsel bulgular tarafından
reddedildiğini görürüz. Canlılıkta var olan tasarım, bu kitap boyunca
incelediğimiz cansız dünyadaki tasarımdan daha da kompleks ve çarpıcıdır.
Örneğin cansız dünyada atomların ne kadar hassas dengelerle düzenlendiklerini
inceleyebiliriz, dahası canlı dünyada bu atomların ne denli karmaşık
tasarımlarla bir araya getirildiklerini, bunlar kullanılarak yapılan
proteinler, enzimler, hücre gibi yapıların ne denli olağanüstü mekanizmalar
olduklarını gözlemleyebiliriz.
İşte canlılıktaki bu olağanüstü
tasarım, 20. yüzyılın sonunda Darwinizm'i geçersiz kılmış durumdadır.
Bu konuyu diğer bazı
çalışmalarımızda çok ayrıntılı olarak ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak
önemi açısından burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwinizm'in
Bilimsel Çöküşü
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a
kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya
atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles
Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin
bu kitapta Dünya üzerindeki farklı canlı türlerinin Allah tarafından ayrı ayrı
yaratıldıklarına karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan
geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut
bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir
"mantık yürütme" idi. Hatta, Darwin'in kitabındaki "Teorinin
Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli
soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki
zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların
teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak
gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını
birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki
yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk
kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim
mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu
gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim
teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu makalede, bu üç temel başlığı
ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı
türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek
bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup
da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir
evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı,
teorinin açıklayamadığı sorulardır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen
evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı
reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk
hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları
içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre,
cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır.
Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat
Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni
konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı,
canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan
beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız
maddelerin tesadüfen bir araya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine
inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan
oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı.
Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu
karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın
cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni
adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri
inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının
yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime
temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve
deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin
hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."140
Evrim teorisinin savunucuları,
Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı
hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden
oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20.
Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni
konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin,
1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen
meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır."141
Oparin'in yolunu izleyen
evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya
çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel Dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir
aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan
atmosferin gerçek Dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda
ortaya çıkacaktı.142 Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın
kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.143
Hayatın kökeni sorununu açıklamak
için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla
sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada,
evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği
şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken,
hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle
karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?144
Hayatın Kompleks
Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni
konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan
canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır.
Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha
karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız
maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için
gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin
en temel yapıtaşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali,
500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den
küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılırlar.
Hücrenin çekirdieğinde yer alan ve
genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır.
İnsan DNA'sını içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er
sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem
daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı
ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler
doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana
gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise hayatın
kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California
Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American
dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan
proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda
rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların
birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan,
yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna
varmak zorunda kalmaktadır.145
Kuşkusuz eğer hayatın doğal
etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde
"yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali
Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan
ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü
iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının
anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim
iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu
mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin
Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme
demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü
canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar
tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler
hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka
bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon
mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin
farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek
zorunda kalmıştı.146
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler"
nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu
soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan
Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri
fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu
özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre
zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için
çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş,
örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren
bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti.147
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.
yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış
özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı.
Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz
bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir
çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi, ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal mutasyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkilerle ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına
geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan
milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi
sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik
bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama
teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları
geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok
kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir
etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle
açıklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve
zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.148
Nitekim bugüne kadar hiçbir
yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm
mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan bir genetik olaydır. (İnsanlarda mutasyonun
en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim
mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları:
Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği
senaryonun yaşanmış olmadığının en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar
birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir
diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre
bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe
kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun
dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış
olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık
özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri
kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar
yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da
bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar,
bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar
olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik
yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar
geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta
milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil
kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle
açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine
bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların
yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında
bulunabilir.149
Darwin'in Yıkılan
Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu
yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu
ara geçiş formlarına asla rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda
elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların
yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil
bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı
olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak
aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde
oluşan gruplar görürüz.150
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı
türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden
ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu
canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleşti ği
hiçbir ata olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek
açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog
Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların
kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar Dünya üzerinde
ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle
olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden
önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar.
Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz
güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.151
Fosiller
ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine,
evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi
Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok
gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist
iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini
varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile
ataları arasında birtakım "ara form"ların yaşadığı iddia edilir.
Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori"
sayılır:
1— Australopithecus
2— Homo habilis
3— Homo erectus
4— Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk
maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen
"Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu
tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve
Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin
Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar,
bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve
insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.152
İnsan evriminin bir sonraki
safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar.
İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha
gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına
dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte
bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla
ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından
biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır"
diyerek bunu kabul eder.153
Evrimciler "Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus'un Dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir.154 Dahası
Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar
yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan)
ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.155 Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin
ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın,
Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde
yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy
ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası,
biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler.156
Kısacası, medyada ya da ders
kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan"
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya
çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan
ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen,
özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan
İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir
evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir
soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir
"bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze
oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" —yani somut verilere dayanan— bilgi dalları
kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da
sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı"
sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum
ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da,
biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara—yani duyum ötesi algılamaya ve
insanın fosil tarihinin yorumlanmasına—girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir
kimse için her şeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle
inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile
mümkündür.157
İşte insanın evrimi masalı da,
teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön
yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz,
evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu
göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır,
öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve
fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu
durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara
atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca Dünya merkezli evren modeli gibi pek
çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır.
Ama evrim teorisi ısrarla bilimin
gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini
"bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki
neden?...
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı
çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur.
Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de
doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da
ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve önde gelen bir evrimci
olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilimadamı" olduğunu
şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a
priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya
materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve
kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle,
dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları
kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın
sahneye girmesine izin veremeyiz.158
Bu sözler, Darwinizm'in,
materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık
ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca
farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların,
böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi
içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin
içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler, "İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi"
için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir
ön yargı ile bakmayan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlılar,
üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcı'nın eseridirler. Yaratıcı,
tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları da
yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Dediler ki: "Sen Yücesin, bize
öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara Suresi, 32)
NOTLAR
1.
Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınları, s.47
2. John Sparks, The Discovery of Animal
Behavior, Little Brown and Company, Boston 1982, s.114-117
3.
Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım
1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s. 12-19)
4. Gordon R. Taylor, The Great
Evolution Mystery, Harper & Row Publishers 1983, s. 222
5. Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların
Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel
Atayman, s. 12-19
6. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996,
s. 273
7. Francis Darwin, The Life and Letters
of Charles Darwin, Cilt I, New York: D. Appleton and Company, 1888, s.374
8. Charles Darwin, Türlerin Kökeni,
s. 310
9. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve
Bağnazlık, s. 185
10. Gordon Taylor, The Great Evolution
Mystery, s. 221
11. Charles Darwin, Türlerin Kökeni,
s. 275
12. Charles Darwin, Türlerin Kökeni,
s. 304
13. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve
Bağnazlık, s. 34
14. Charles Darwin, Türlerin Kökeni,
s.186
15. Charles Darwin, Türlerin Kökeni,
s.302
16. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve
Bağnazlık, s. 49
17. Peter Kropotkin, Mutual Aid: A
Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm,
(http://www.etext.org/Politics/Spunk/library/writers/kropotki/sp001503/index.html)
18. Bilim ve Teknik, sayı 190, s.4
19. Peter Kropotkin, Mutual Aid: A
Factor of Evolution, 1902, II. Bölüm,
20. John Maynard Smith, The Evolution
of Behavior, Scientific American, Aralık 1978, cilt 239, no.3, s. 176
21. Gordon Taylor, The Great Evolution
Mystery, s. 223
22. Essentials of Biology, Janet L. Hopson
ve Norman K. Wessells, McGraw-Hill Publishing Company 1990, Bölüm 45, s.
837-839
23. Scientific American, cilt. 229,
Eylül 1978, s.3
24. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s. 4
25. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s.4
26. Peter JB Slater, The Encyclopedia
of Animal Behavior, Facts On File Publications, New York 1987, s. 87
27. Glenn Oeland, "Emperors of the
Ice", National Geographic, cilt. 189, no.3, Mart 1996, s. 64
28. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, Arthaud 1996, s.16
29. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s. 85
30. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York1978, s. 13-14
31. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s.24, 90
32. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s.86
33. David Attenborough, The Life of
Birds, Princeton, New Jersey 1998, s. 233, 234
34. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York 1978, s. 47
35. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s. 89
36. Peter JB Slater, The Encyclopedia
of Animal Behavior, s.42 ve David Attenborough, Life of Birds, s.
234-235
37. Giovanni G.Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s.88
38. David Attenborough, Life of Birds, s.225
39. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 14
40. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.13-14
41. David Attenborough, Life of Birds, s. 149-151
42. The Marvels of Animal Behavior, National
Geographic Society, 1972 sf.301 ve David Attenborough, Life of Birds,
s. 228
43. C.Koswing, Genel Zooloji,
İstanbul 1945, 145-148,
44.
Thor Larsen, Polar Bear:Lonely Nomad of the North, National
Geographic, Nisan 1971, s.574
45. International Wildlife, November-
December 94, s.15
46. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 15
47. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 16
48. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 17
49.
Russell Freedman, How Animals Defend Their Young, s.6
50.
Tony Seddon, Animal Parenting , s. 27
51.
Russel Freedman, How Animals Defend Their Young, s. 19
52.
Yaşadığımız Dünya, David Attenborough, s. 105-106
53. Tony Seddon, Animal Parenting,
Facts On File Publications, New York 1989, s. 31
54. David Attenborough, Yaşadığımız Dünya,
Türkçesi Nejat Ebcioğlu, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1985, s. 104-105
55. Tony Seddon, Animal Parenting,
Facts On File Publications, New York 1989, s. 19
56. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s. 59
57. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid , s. 72
58. Roger B. Hirschland, How Animals
Care For Their Babies, National Geographic Society, s. 6
59. Jacques Cousteau, The Ocean World
of Jacques Cousteau, The Adventure of Life, World Publishing, New York
1973, s.44
60. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s.20
61. Giovanni G.
Bellani, Quand L'oiseau Fait Son Nid,
s. 104-105
62. David Attenborough, Life of Birds,
s. 288-292
63. A.Vincent, The Improbable Seahorse, National
Geographic, Ekim 1994 ve Bililm ve Teknik, sayı 356, Temmuz 1997, s.34-40
64. Hayvanlar Ansiklopedisi, C.B.P.C.
Publishing Ltd., Phoebus Publishing Company, s. 92
65. Hayvanlar Ansiklopedisi, C.B.P.C.
Publishing Ltd., Phoebus Publishing Company, s. 33
66. Hayvanlar Ansiklopedisi, C.B.P.C.
Publishing Ltd., Phoebus Publishing Company, s. 37
67. Jacques Cousteau, The Ocean World
of Jacques Cousteau, Quest for food, s.32
68. Jacques Cousteau, The Ocean World
of Jacques Cousteau, Quest for food, s. 35
69. Jacques Cousteau, The Ocean World
of Jacques Cousteau, Quest for food, s.53
70. Tony Seddon, Animal Parenting,
s. 26
71. Tony Seddon, Animal Parenting,
s. 26
72. David Attenborough, Life of Birds, s.
26
73. Hayvanlar Ansiklopedisi, C.B.P.C.
Publishing Ltd., Phoebus Publishing Company, s. 246-247
74. Tony Seddon, Animal Parenting,
s. 26
75. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s.53-54
76. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s.55
77. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s.43-45
78. Peter JB Slater, The Encyclopedia
of Animal Behavior, s. 88
79. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s.1
80. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s.56-58
81. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s. 36
82. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s.47-48
83. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s. 50
84. David Attenborough, Life of Birds,
s.258
85. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s .1
86. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s.53
87. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, E.P. Dutton New York, 1978, s. 52
88. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s.52
89. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s.52-53
90. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s.51-52
91. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s. 53
92. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s.52
93. David Attenborough, Life of Birds, s. 270
94. Peter JB Slater, The Encyclopedia
of Animal Behavior, s. 86
95. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s.20
96. Bilim ve Teknik, Nisan 1998, no. 365,
s.12 ve Science et Vie, Şubat 1998.
97. David Attenborough, Life of Birds,
s. 256
98. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid, s. 100
99. Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau
Fait Son Nid , s. 123-124
100. David Attenborough, Life of Birds,
s.262
101. David Attenborough, Life of Birds,
s. 263
102. David Attenborough, Life of Birds,
s. 279
103. Giovanni G. Bellani, Quand
L'oiseau Fait Son Nid, sf. 95
104. Tony Seddon, Animal Parenting,
s. 32
105. Douglas W. Tallany, Scientific
American, Ocak 1999, cilt 280, n. 1, s. 53
106. Tony Seddon, Animal Parenting,
s.34
107. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.36-42
108. Peter Kropoktin, Mutual Aid: A
Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm
109. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve
Bağnazlık, s. 48- 49
110. Tony Seddon, Animal Parenting, s.42
111. Peter JB Slater, The Encyclopedia
of Animal Behavior, s.114
112. Edward O. Wilson, Sociobiology:
The New Synthesis , The Belknap Press of Harvard University Press, England 1975, s. 123
113. David Attenborough, Yaşadığımız
Dünya, İnkılap Kitabevi 1985, s.178
114. Edward O. Wilson, Sociobiology: The
New Synthesis, The Belknap Press of Harvard University Press, England 1975, s.123
115. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 69
116. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.66-67
117. David Attenborough, Yaşadığımız
Dünya, s. 185
118. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.66-67
119. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.77
120. Hayvanlar Ansiklopedisi, s.105
121. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 75
122. David Attenborough, Life of Birds,
s.140
123. Bilim ve Teknik, Eylül 1992, s.58
124. Hayvanlar Arsiklopedisi, (Memeliler),
s.29
125. Hayvanlar Arsiklopedisi, (Memeliler),
s. 80
126. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.69
127. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s.72
128. John Sparks, The Discovery of
Animal Behavior, s. 264
129. Giovanni G. Bellani, Quand
L'oiseau Fait Son Nid, s.20
130. Peter Kropoktin, Mutual Aid: A
Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm
131. Peter Kropoktin, Mutual Aid: A
Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm
132. Bert Hölldobler-Edward O. Wilson, The
Ants, Harvard University Press, 1990, s.330-331
133. National Geographic, Temmuz
1995, s. 100
134. Bert Hölldobler-Edward O. Wilson, Journey
To The Ants, Harvard University Press, 1994, s .71
135. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 43
136. Hayvanlar Ansiklopedisi, Böcekler, s.
97-98
137. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 22-23
138. Russell Freedman, How Animals
Defend Their Young, s. 63
139
Hugh Ross, The Fingerprint of God, s. 50
140
Sidney Fox, Klaus Dose. Molecular Evolution and The Origin of Life. New
York: Marcel Dekker, 1977. s. 2
141
Alexander I. Oparin, Origin of Life,
(1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
142
“New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of
the American Meteorological Society, cilt 63, Kasım 1982, s. 1328-1330.
143
Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the
Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7
144
Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40
145
Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth", Scientific American,
Cilt 271, Ekim 1994, s. 78
146
Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 189
147
Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 184.
148
B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust,
1988.
149
Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 179
150
Derek A. Ager, “The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the
British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133
151
Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s.
197
152
Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger
Publications, 1970, ss. 75-94; Charles E. Oxnard, “The Place of
Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, Cilt
258, s. 389
153
J. Rennie, “Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American,
Aralık 1992
154
Alan Walker, Science, vol. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical
Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D.
Leakey, Olduvai Gorge, vol. 3, Cambridge: Cambridge University Press,
1971, s. 272
155
Time, Kasım 1996
156
S. J. Gould, Natural History, vol. 85, 1976, s. 30
157
Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger
Publications, 1970, s. 19
158
Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review
of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28